
Boğazın en güzel köşelerinden biridir, Çengelköy. Benim de en çok sevdiğim yerlerden birisidir. Orada yani deniz kıyısında kafelerden birinin bankına oturup bir çay içmenin keyfini hiçbir şeye değişmem. İstanbul’un güzelliklerinden biri de bu güzel köşelerde çay içme zevkidir.
Bilmeyenler için yaşanmaz bir kenttir, İstanbul. Kalabalıktır, gürültülüdür. Trafiği çoktur. İnsanı karmaşıktır. Her an tetikte yaşamak durumundasındır. Yaşamak zordur. Ev kirası faturalar bunaltır insanı!
Her şeye karşın, İstanbul’dur.
Güzeller güzelidir, O.
Şiirler öyküler romanlar yazılır.
Filmler yapılır. Resimler, fotoğraflar…
Çengelköy, işte o kentin bir köşeciğidir…
Orada, insanlar yaşar. Zengini fakiri ile…
Yaşlı bir kadın. Dört tekerlekli arabasını hazırlar. Seyyara çıkacaktır. İkinci el eşyalar toplayacak. Giysiler, antikalar eski eşyalar.
Sahibi taşınan bir evden götürülemeyen eşyalar yada ölü evinden dağıtılanlar!
Yaşam bu güzel köşede de zordur. Ekmek parası, çadırlar erken kurulur! Kimisi arabası ile gelir. Kimisi son parasıyla tuttuğu kiralık araba ile.
Park yeri karnaval alanına dönüşür bir süre sonra. Allı yeşillidir çadırlar. Çadırı olmayanlar ortada kalır. Güneşin olmadığı bir ağaç altı seçer kendine. Tezgahlarda çeşit çeşit eşyalar. Çantalar. Gümüşler. El sanatları. Oyuncaklar. Plastik kaplar. Giysiler. Herkesin umudu serilir tezgahlar üzerine.
Ben, resimler yayarım orta yere. Posterleri atarım gelişi güzel. İstanbul resimleri, Kız Kulesi, Galata Kulesi. Boğaziçi köprüsü, boğaz manzaraları, Kaplumbağa terbiyecisi, Marilyn, Türkan Sultan, Deniz, Ahmet, Che daha bir çokları… Yılmaz Abi, her zamanki gibi en önlerde..
Kitaplar masa üstüne sıralanır. Basım yılı eski olanlara özel bir yer ayırırım. En eski basımlar en öne. Kitabın hası onlardır. İyi okuyucu, onları fark eder. Özel ilgi gösterir. Sıradan okuyucu değerini bilmez!
Aman bunlar eskiymiş, der!
Ben, okuyucuyu gölgesinden, yürüyüşünden, kitabı eline alışından tanırım! Onlarla muhabbet ederim. Uzatırım konuşmaları. Böylelikle zenginleşirim. Bilgim artar. Görgüm artar.
O gün, yerleşim yine aynıdır. Ağacın altı benim. Grubun başkanı, orayı kimseye vermez. Ben, geç gelirim. Yerimi ayırır.
Satışlar başladı mı, akşam karanlığına kadar devam eder.
Bugüne kadar sayısız kez geldik… Kaç kere tezgah açtık, saymadım.
O adamı, ilk gördüm. Onu bilirim…
Görmüşümdür ama fazla dikkatimi çekmemiş de olabilir! İçkiliydi sanki! Gelip gelip resimlere bakıyor. Sonra uzaklaşıp el kol hareketleri yapıyor, bir şeyler söylüyordu. Önce anlamadım. Sonra dikkat ettim. Suçlayıcı şeylerdi, kızgındı.
Bana söylüyor, bana bakıyor, kendine konuşuyordu.
Yanına yaklaştım.
-Ne diyorsun ! Ne bağırıp duruyorsun?
-O adamı sevmiyorum!
-Hangi adamı?
-Onu!
Gözlerini dikmiş Deniz’in posterine bakıyordu. Bu yaşlı adamın Deniz ile ne alıp veremediği olurdu. Öylece bakıyordum.
Sordum.
-Neden ya? İyi adamdır, O…
-Şavrole’yi yaktı! İyi adam Şavrole’yi yakmaz!
-Şavrole mi? Ne Şavrolesi?
-Devlet malına zarar verdi! Devlet malına zarar veren adamı, ben sevmem!
İleriye gitti. Oradan bakmaya devam etti. Söyleniyordu.
-Devlet malına zarar verdi!
Arkasından bakakaldım!
Göktürk -2’nin Çin’den atılışını izlemek üzere ülkenin ileri gelenleri büyük bir koruma ordusu ile birlikte üniversiteye doğru yola çıktıklarında nelerle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı.
Öğrenciler pankartlarla yollarına çıktıklarında törene geç kalacaklarını anlamışlar, atılışın biraz geç yapılması için uyduyu atacak ülkeye haber yollamışlardı!
Yollar tutulmuştu.
Öğrenciler ayaktaydı.
Bir süre sonra karşılıklı atışlar başlamıştı.
Ortalık toz dumandı!
Televizyon bütün görüntüleri veriyordu
… Siyah araba rektörlüğün önüne park etmişti. Öğrenciler yavaş yavaş çevresinde birikmeye başladı. Yaşları yirmi civarında genç insanlar birden orada bitivermişti. Birisi bağırdı.
-Araba rektörlüğün önünde arkadaşlar!
Bir anda gençler arabanın etrafında toplandılar. Arabayı sallamaya başlamışlardı. İçlerinden birini tanıyordum. Kısa boyluydu. Sarışındı. Lazca konuşuyordu. Bir başkası ki onun daha sonra ismini çok duyacaktık.
Arabanın çevresi öğrencilerle doldu. Bir ağızdan bağırıyorlardı!
Vietnam kasabı Go hom! Vietnam kasabı go hom!
Ortalık karıştı, görevliler öğrencileri durdurmaya çalışıyordu. Ama artık çok geçti. Arabayı sallamaya başladılar. O sırada rektör ve misafirleri pencereden olayı şaşkınlık içinde seyrediyordu. Büyük telaş vardı. Herkes birilerine bir şeyler söylüyordu. Öğrenciler, arabayı devirmek için yüklendi. Uzun sopalar vardı ellerinde Sopaları kaldıraç gibi kullandılar. Arabanın alt tarafına sokup kaldırdılar. Ben, olayları seyretmeye devam ediyordum.
Siyah renkli bir arabaydı. İlk fark ettiğim, arabanın kadillak olduğuydu! Siyah bir kadillak! Sıfır sıfırlı bir plaka taşıyordu. Diplomatik olduğu belliydi.
Kısa boylu genci gördüm. En öndeydi!
Hep birlikte haydi hoop diyerek arabayı çevirdiler. Arabanın benzin kapağı açılmıştı. Birinin elinde bir bez parçası vardı… Bezi, benzine buladı! Tutuşturdu. Araba alev aldı. Yanmaya başladı. Alevler gittikçe yükseliyordu. Araba, ateş içinde kaldı.
Arabayı yakanlardan biriyle birkaç yıl sonra bir araya geldik.
Başkentteydim o sıralar. Göreve gidip geliyordum.
Akşamları, Karşıyakalı arkadaşlarla buluşurduk. Karşıyaka lisesi basket takımından tanıdığım bir arkadaşım vardı. Akşamları bazen bizim eve gelirdi. Muhabbet eder, memleket meselelerini konuşurduk.
Gençlerin sokakta kurşunlandığı zamanlardı!
Bizim de kendimize göre memleket meseleleri üzerinde düşüncelerimiz vardı.
Bir akşam kapımız çalındı. Basketçi gelmişti. Geleceğinden haberim vardı. Yanında üç kişi daha vardı. Birini tanımıştım. Arabayı yakanlardandı. Karınları açtı. Akşam üstüydü. Bakkaldan alışveriş yapıp geldim.
O akşam sanki başkentte her ağacın arkasında biri saklanmıştı! Gergin bir hava vardı. Karadenizli şivesi ile konuşan sarışın iri yarı olan gelen malzemelerden çorba yapmaya başladı.
-Canım çorba içmek istiyor, dedi. Başka da bir şey konuşmadı!
Düşünceli görünüyordu. Bütün malzemeyi inceden inceye doğradı. Suyu kaynamaya koymuştu. Hazırladıklarını tencereye atarak devamlı karıştırdı. Sonra hep beraber masaya oturduk. Hem konuştuk hem de çorbayı kaşıkladık.
Çorba çok lezzetli olmuş dedi, bir diğeri. Eline sağlık!
Aradan zaman geçti.
Karadenizli iri yarı sarışın gencin yapmış olduğu çorbayı bir akşam Selimiye kışlası’nda kaldığımız koğuşta anlattım.
Dinleyenler arasında o gün arabayı yakanların arasında olan kısa boylu genç adam da vardı.
Bir daha anlat diyordu. Nasıl yaptı o çorbayı?
Bir daha anlatıyordum. Kalabalık grup dinliyordu.
Sonra koridorda yanıma yaklaştı.
-Bir daha anlatır mısın? Diye sordu. Bir daha anlattım.
Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Çengelköy’deki kermes iki günlüktü. Pazar günü daha bereketli olurdu. Ben her zaman geç kalırdım. Sabah kahvaltısına gelenleri kaçırırdım bu şekilde. Grubun içindeki tek kitapçı olduğumdan, kitapseverler ilgi gösterirdi. Bazen iyi satışlar yakalardım. Hava, güzel olduğunda kitap ve poster satışları artardı.
O gün satışı düşünmüyordum.
Park yerindeki görevliye…
-Dünkü adam buralarda mı? Diye sordum.
-Hangi adam abi?
-Dün, hani sen de görmüştün, bağırıp çağırıyordu!
-Yok abi, ben görmedim!
Herkese sordum. Gören yoktu. Tanıyan yoktu!
Olsun dedim kendi kendime. Bir gün nasılsa rastlarım, kendisine söylerim!
Araba şavrole değil kadillak!
Amerikan büyükelçisine ait! Kızdığı genç adam orada yok!Ama adamı kimse tanımıyor! Kime sorduysam anımsıyan yok! Ben herhalde rüya gördüm, dedim kendi kendime!
Bunları bir kâğıda yazdım, deniz kenarına geldim. İskelenin yanından boğazın sularına bıraktım.
Hakkı GÜMÜŞTAŞ / Aralık 2012 – Cihangir/İstanbul