Tarih treni zaman tünelinde aynı istasyona bir daha uğramaz. Çünkü tarihin tren raylarındaki hat tek yönlü işler. Nostalji ve romantizmin etkisiyle geçmişte kalmış bir dönemi altın çağ olarak idealize edip o çağı bugün diriltmeye kalkışmak, yaşanan çağın gerçeklerinden ve gereklerinden kopmak anlamına gelir ve bu yönelim siyasallaşıp kitleselleştikçe toplumsal bir yıkımı da beraberinde getirir.
Günümüzde pek çok sosyolog, dinin küresel bir fenomen olarak geri döndüğünü ve dünyada post-seküler bir çağ yaşandığını tespit etmektedir. Bu çağda, geleneksel dini anlayış, modern, ideolojik, katı siyasi bir dini anlayışa evirilmiştir. Bu politik yönelim dini radikalizm sorununu da beraberinde getirmiştir.
Dünya Barışını Tehdit Ediyor
Dini radikalizm, demokrasiyi ve diplomasiyi felç ederken dünya barışını da tehdit etmektedir. Siyasal alanda uzlaşı ve diyalog değil, çatışma yüceltilmektedir. Örneğin bir zamanlar Ortadoğu’da seküler toplumlar az da olsa uzlaşı ümidi taşıyorlardı. Bağnazların ülke yönetimini devraldığı toplumlarda artık barış ve uzlaşı bir ihtimal olarak bile düşünülmüyor. Dış politikada mütekabiliyet en temel ilke iken, şimdilerde diğer toplumlarla eşit haklara sahip olmak değil, kendi halkının kültürel ve dini üstünlüğü üzerine inşa edilmiş bir çatışma politikası temel alınıyor. Oysa elli yıl önce modernleşme yanlısı seküler devlet tasavvuru, pek çok ülkede siyaseten ön plandaydı. Fakat çok geçmeden bunu dini uyanış hareketleri takip etti. Dini radikalizm de dini uyanışın bir sonucu olarak hâkim ideoloji haline geldi. Bu noktaya nasıl gelindi? Dini radikalizm nasıl aşılabilir? Bu sorular sosyal bilimcilerin üzerinde düşünmesi gereken araştırmaya değer sorulardır. Meselenin çözümü noktasında Michael Walzer’ın çalışmaları ümit vericidir.
Michael Walzer
Siyaset teorisi ve ahlak felsefesi alanında çok sayıda eseri bulunan Michael Walzer’ın[1] 2015 senesinde yayımladığı “Kurtuluş Paradoksu: Seküler Devrimler ve Dini Karşıdevrimler” adlı 27. kitabı Zeynep Şarlak tarafından Türkçeye çevrildi. Walzer, otuz yıldan uzun bir süre Amerikan demokrat solunun önde gelen entelektüel dergilerinden Dissent’ın editörlüğünü yürütmüştür. Walzer, 1990’ların sonlarından itibaren ulusal kurtuluş hareketleri üzerine düşünüp yazmaya başlamışsa da Kurtuluş Paradoksu eserini 2013 senesinde Yale Üniversitesinde verdiği seminerleri gözden geçirip genişletmesiyle oluşturmuştur.[2] Bu kitabı yazmaktaki amacım, ülkelerin siyasal kurtuluş tarihlerinde tekrar eden ve kanımca huzur bozucu olan bir örüntüyü tasvir etmektir” diyen Walzer, eserinde ulusal kurtuluşa ve onun iç ilişkisindeki gerilimlere mercek tutuyor.[3]
Yazar, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan üç bağımsız devleti; Cezayir (1963), Hindistan ve İsrail’i (1947-1948 yılları arası) ele alarak, devlete dönüşen seküler siyasal hareketlere ve yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra bunların seküler kazanımlarını tehdit eden dini hareketlere odaklanmaktadır. Ele aldığı üç vakada kurtuluş hareketinin liderliğini üstlenen üç ayrı seküler siyasal bağımsızlık örgütünü karşılaştırmalı olarak incelemiştir. Bunlar; Hindistan Ulusal Kongresi, İşçi Siyonizmi ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’dir.[4]
Ulusal Kurtuluş Hareketlerinde Benzerlikler
İncelediği üç ulusal kurtuluş vakasında çok güçlü benzerliklerin bulunduğunu savunan Walzer, ulusal kurtuluşun şematik bir açıklamasını yapar; post-seküler dünyada dini hareketlerin seküler devlete meydan okuduğunu söyler, kökten dinci siyasetin güçlendiğini belirtir, buna mukabil şu iki basit soruyu sorar: “1-Ulusal kurtuluşa ne oldu? 2- Seküler demokratik sola ne oldu?” Walzer’ı bu kitabı yazmaya iten temel motivasyon; ulusal kurtuluştan sonra devlet siyasetinin ve toplumsal düzeninin dini bağnazlığa teslim olmasıdır. Dinin siyasal alanda gücünü artırarak radikalleşmesi yazarı derin bir kaygıya sevk etmektedir.[5] Bu yüzden yazar post-seküler çağda seküler devletin varlığını nasıl devam ettirebileceğini araştırmaya girişir.
Walzer, kurtuluş mücadelesi verip devlet kuran “kurtarıcılarla, kurtarmayı hedefledikleri ve aslında kurtardıkları insanların arasındaki [siyasal ve kültürel] gerilimli ilişkiyi” ele alıyor ve buna “ulusal kurtuluş paradoksu” adını veriyor. Yazara göre “bu ilişki hem derin bir sempati, hem de derin bir düşmanlık” içeriyor. [6] Walzer şöyle devam ediyor:
“Sempati diyorum çünkü kurtarıcılar sadece yabancı egemenliğine karşı çıkıp onun yerini almakla kalmadılar; kendileriyle özdeşleştirdikleri erkek ve kadınların gündelik hayatlarını iyileştirmek istediler. (…) Düşmanlık diyorum çünkü kurtarıcılar aynı zamanda aynı insanların geri kalmış, cahil, edilgen ve boyun eğmiş olarak tanımladıkları hallerinden nefret ettiler. Halklarına onları dönüştürerek, sıkı sıkıya bağlı oldukları geleneksel dini inanç ve pratiklerine baskın çıkarak, onları modernleştirerek yardım etmeye çalıştılar.”[7]
Az Gelişmiş Toplumlarda Modernleşme
Az gelişmiş toplumlarda yaşanan modernleşme süreci ve buna tepki olarak doğan dini uyanış hareketlerinin geleceği üzerine düşünen Walzer “tekrar eden huzur bozucu örüntü” dediği[8] ulusal kurtuluş paradoksunu, kitapta ele aldığı üç vakadan yola çıkarak şöyle özetleyebiliriz:
Ulusal kurtuluş mücadelesi, sadece yabancı egemenlerle değil, aynı zamanda ulusun geleneksel değerleriyle yapılan bir mücadeleydi. Alışa gelmiş yaşam tarzının durağanlığı, mücadele yerine teslimiyetçi ve edilgen bir anlayış, sömürgecilerin üstünlüğünü kabullenme ve onlarla uzlaşma ulusal kurtuluşçuların mücadele ettikleri geleneksel değerlerdi.[9] Geleneksel dini zihniyet ulusal kurtuluş bilincinin gecikmesine sebebiyet vermişti. Bu sebeplerden ötürü kurtarıcılar gelenekten ve geçmişten radikal bir kopuşun gerekli olduğuna inanıyorlardı.[10] Ulusal kurtuluşun kalıcı olabilmesi, sömürgecilikle uyumlu dini bağların koparılmasıyla, her şeye sil baştan başlayıp insanların dönüştürülmesiyle mümkündü. Bu da toplumu ve siyaseti sekülerleştiren ve modernleştiren radikal bir dönüşümü ve yeni bir kimliğin inşasını gerekli kılıyordu. Bağımsızlık sonrasında ulusal kurtuluş hareketi önderlerinin bu çabaları birer modernleşme çabası olarak görüldü. Modernleşme; ulusal kurtuluş fikrinden doğmuş, Batılı toplumların seviyesine ulaşma hedefine yönelmiş, sömürgecilik karşıtı, kalkınmacı, seküler, siyasal ve kültürel içeriğe sahip entelektüel bir tasarım, radikal bir dönüşüm projesiydi. Özgürlüğüne yeni kavuşmuş devletlerin kurucu ideoloji modernleşme oldu ve başlangıçta seküler düşünceye öncelik verdiler. Bu projenin sonunda; özgürlüğünü yeni kazanmış toplumun anayasal rejime sahip olması, batılı siyasal değerleri benimsemesi ve demokratik bir toplum düzeninin kurulması bekleniyordu.
Dini Elitler
Geleneksel dini elitler kurtuluş sürecine yeteri kadar katkı sunmamışlardı,[11] kurtuluştan sonra geri plana atılarak devlet sisteminden ve karar mekanizmalarından dışlandılar.[12] Ancak din günlük hayatın önemli bir parçasıydı ve devletin içyapısında temel bir unsur olarak varlığını devam ettirdi.[13] Gelenekse “ailede ve hayatın döngüsü içinde” korunuyordu.[14] Kurtuluş sonrasında ulusal kimlik inşa edilirken hızlı bir modernleşme süreci başladığında, nüfusun önemli bir kesiminin gelenekleriyle bağı hala güçlüydü. Gelenekçi kanat, yaşanan kültürel dönüşüme (modernleşme) tepkiliydi, devlet sisteminden dışlandığı için eski toplumsal siyasal gücünü yitirmişti ve olan bitene karşı içten içe öfke duyuyordu. Dolayısıyla modernleşme sürecinde toplumun kendi kültürel değerleriyle batılı değerler arasındaki çatışma kaçınılmazdı. Bu çatışma kurtarıcılar ile gelenekçiler arasında “bir kültür savaşına dönüştü.”[15] Böylece ulusal kurtuluş mücadelesi veren toplumlarda kurtuluş aşamasındaki geniş toplumsal uzlaşı ve fikir birliği kurtuluştan hemen sonra ortadan kayboldu.
Seküler Harekette Kültür İçeriği
“Geçmişin tümüyle reddi, yeni bir kültürün inşası için geriye çok az kültürel malzeme bırakmıştı.”[16] Gerçekten de seküler hareketin kültür içeriği zayıftı.[17] Bu da “kültürel boşluk” yarattı.[18] Kurtuluştan sonraki nesillerse “küresel popüler kültürün” ideolojik etkisiyle ulusal kurtuluş fikrinden uzaklaştılar ya da “dini uyanışın hareketlerine” yöneldiler.[19] Ulusal kurtuluşçular idealisttiler, kendilerini seküler bir devlet yaratmaya adamışlardı. Fakat kurtuluşun “halefleri genellikle oportünistti, kurtuluştan çok iktidarla ve getirdiği kazanımlarıyla ilgileniyorlardı.”[20] Devlet yönetiminde yolsuzluğun artmasıyla toplumdaki dini uyanışın yoğunlaşması zamanlama bakımından birbiriyle örtüştü.[21] Seküler devlet yönetimi dini görmezden geldi, toplumun güçlenen dini algılarını dikkate almadı. Hükümetteki yönetici seçkinler ile toplumun geniş kesimi arasındaki bağ kademeli olarak bozuldu. Milliyetçi liderlerse, dini, ülkenin birliği için faydalı bir araç olarak gördüler. Ulusal kurtuluş hareketinin hatırası hafızalarda zayıfladıkça[22] toplumun öteden beri bünyesinde saklı bulunan “gelenekçilik” harekete geçti ve dini duygular yeniden canlanmaya başladı. Nitekim dini temsil eden siyasal hareketlerin ortaya çıkışı gecikmedi. Geleneksel ve dini liderler demokrasi sayesinde siyasi hayata katılıp kendilerini modernize ederek “karşı devrimci bir siyasetin inşasına” giriştiler[23] ve sekülerleşmeyi ve siyasal modernleşmeyi reddeden geniş nüfus kitlelerinde dini uyanışı körüklediler. Gelenekçi reaksiyonel kitle demokratik seçimler yoluyla her seçimde ağırlığını ve gücünü artırdı. Ve “din artık militan, ideolojik siyasi biçimiyle boy gösterir” oldu.[24] Böylece din ve gelenek giderek siyasal alanı işgal etti ve siyasetin merkezine oturdu. Devlet iktidarı dini milliyetçiliğe ve bağnazlığa teslim oldu. Nihayet devlet ve toplumsal düzen kuruluşta hedeflenen siyasal modernleşme fikrinin çok uzağına düştü.
Duygusal Tepkiler
Walzer “Dini uyanış hareketleri, desteğini, geleneksel yöntemleri yaşatan sıradan insanların (…) kızgınlık ve küskünlük” duygusundan aldığı kanaatindedir.[25] Ulusal kurtuluşçuların başlangıçta hiç hesaba katmadıkları duygusal tepkiler öngörülen bütün sonuçları alt üst etmiş gibi görünüyor.
Walzer dini uyanışın sonunda; “ulusal kurtuluşçuların”, gelenekçi sıradan insanların gözünde “korku ve nefretin bir nesnesine” ve “kurtuluş gününden bu yana yanlış giden her şey için suçlayabilecekleri bir ‘ötekiler’ grubuna” dönüştüğünü ifade ediyor. Yazar “bazen ‘ötekiler’ rakip bir dinin üyeleridir; bazen ‘batılılaşmacı’ solcular, sekülerler, tanrıtanımazlar ve kâfirlerdir. Onlar için ‘içimizdeki hainler’ denir” demektedir.[26] Walzer eserinde “kurtarıcıların” kurtuluştan çeyrek yüzyıl sonra “hain” olarak yaftalandığı, hayli ilginç, inanılmaz bir paradoksu gözler önüne seriyor. Yazarın incelediği üç farklı din, kültür ve toplumda sonuç değişmiyor; bugün gelinen noktada “seküler siyaset dünya genelinde giderek artan bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya”dır.[27] Kurtuluştan çeyrek yüzyıl sonra dini hareketler canlanmış ve dini radikalizm dünya ölçeğinde evrensel değerleri tehdit eder hale gelmiştir.
Yukarıda özetlenen ulusal kurtuluş modeli “modern/gelenekçi” karşıtlığına dayanan bir paradoks oluşturmaktadır. Yazar meseleye sol dünya görüşünden yaklaşarak bu paradokstan çıkış yolları aramaktadır. Eserinde kurtuluş paradoksunun nasıl aşılabileceği, kurtuluşçuların tekrar nasıl kazanabileceğine yönelik önerilerde bulunmaktadır. Walzer fikirlerini kitapta dört ana bölümde toplamıştır:
I
Birinci Bölüm “Ulusal Kurtuluş Paradoksu” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde; ulusun yabancı egemenliğinden kurtuluşu ve sonrasında kurtarıcılar ile gelenekçiler arasındaki çatışma ele alınmaktadır.
Sömürülen toplumlar yabancı egemenliği altında çifte baskı altındadırlar. Biri dışarından yani yabancılardan gelen baskı iken, diğeri içeriden yabancılarla işbirliği içinde bulunan geleneksel elitlerden gelen baskıdır.[28] Ulusal kurtuluş mücadelesi, hem yabancı baskıyla hem de içerideki işbirlikçi sınıfla yapılan bir mücadeledir. Bu baskıların sonucunda ulusun sessizliği, pasifliği ve derin ataleti baş edilmesi gereken daha önemli bir sorunu teşkil eder.[29]
Ezilen ulusun bilinci yüzyıllarca baskı ve uyumla şekillenmiştir.[30] Ulusal kurtuluş, içinde yaşanılan ulusun bu bilinciyle mücadeleyi gerektirir. Bunun için dini liderlerin alaşağı edilmesi, ulusun alışageldiği yaşam tarzının değiştirilmesi, toplumsal bilincin yükseltilmesi gerekir.[31]
Ulusal kurtuluşçuların kökten bir dönüşümü hedeflediklerini belirten Walzer “toplumsal devrim içerisinde yaşanılan toplumla, ulusal kurtuluş ise içinde yaşanılan ulusla mücadeleyi gerektirir, onu yüceltmeyi değil (…) Bu ayrıca sıklılıkla din karşıtı bir çabayı da gerektirir” diyerek ulusal kurtuluşun ulusla olan gerilimli ilişkisine işaret ederken bu hareketleri milliyetçilikten çok devrimci siyasete yakın bulunduğunu ifade etmektedir.[32]
Walzer “ulusal kurtuluş sekülerleştiren, modernleştiren ve kalkınmaya yönelik bir ilkeler bütünüdür. Ona muhalefet edenlerin de söylediği gibi ‘Batılı’ bir öğretidir ve kurtarılacak ulus tamamıyla yeni bir şeydir. (…) Ezilen insanlara yeni bir başlangıç, yeni bir siyaset, yeni bir kültür ve yeni bir ekonomi sunarlar, yeni erkek ve kadınlar yaratmayı amaçlarlar” demektedir.[33] Kurtuluşçuların bu yenilik talepleri karşısında kurtarılacak toplumun alışageldik yaşam tarzı ve yeniliğe olan tepkisi kurtuluşun paradoksundan başka bir şey değildir.
İhsan TORUN / Doktora Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, [email protected]
Makalenin devamını okumak için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız…
[1] Walzer’ın daha evvel Türkçeye çevrilmiş iki kitabı bulunmaktadır: Hoşgörü üzerine (Ayrıntı,1998) ve Haklı Savaş Haksız Savaş: Tarihten Örneklerle Desteklenmiş Ahlaki Bir Tez (Boğaziçi Üniversitesi, 2006; Alfa, 2017)
[2] Michael Walzer, Kurtuluş Paradoksu: Seküler Devrimler Ve Dini Karşıdevrimler, Çev. Zeynep Şarlak, İstanbul, İletişim Yayınları, 2021, 9.
[3] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 13.
[4] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 13.
[5] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 15, 16.
[6] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 77.
[7] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 77.
[8] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 13.
[9] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 24.
[10] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 35.
[11] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 35.
[12] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 38.
[13] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 39.
[14] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 41, 66.
[15] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 22.
[16] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 43.
[17] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 72, 73.
[18] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 73.
[19] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 43.
[20] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 39.
[21] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 39.
[22] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 66.
[23] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 26.
[24] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 42.
[25] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 41.
[26] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 43.
[27] Brendan J. Wright, Contemporary Political Theory, Cilt 16, 3, 434, The paradox of liberation: Secular revolutions and religious counterrevolutions, https://link.springer.com/article/10.1057/s41296-016-0074-y (Erişim Tarihi: 14.12.2021)
[28] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 19.
[29] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 20.
[30] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 22.
[31] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 24.
[32] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 23.
[33] Walzer, Kurtuluş Paradoksu, 24, 25.
Kaynak: Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi/Journal of Atatürk Yolu,70 (2022)