Şu Ünlü 68 Hareketi Ve Kadınlar
68 yılındaki öğrenci direnişleri hiç tartışmasız bir biçimde dünya tarihine geçti. Elbette hareketin odak noktaları ABD’de, Vietnam’da savaşmak üzere askere gitmemek için direnen gençler olduğu kadar; Fransa ve Almanya’da yerleşik düzeni sorgulayan ve sarsalayan üniversite öğrencileriydi.
Avrupa’nın Kopyası Mı?
“Bizim” 68 ise, genelde içinde yer almamış eleştiricilerin pek sevdiği bir anlatımla: “Avrupa ve Amerika’daki eylemlerden kopya alınmış!” Benim kişisel kanım, etkilendiyse bile kesinlikle kopya değildi ve çok büyük ölçüde yerel ve özel unsurlar taşıyordu. Öncelikle başlangıcı üniversite eğitiminde reform isteği iken, hızla eğitim sisteminin, ardından tüm sistemin değişmesini istemeye dönüştü ve ABD emperyalizmine karşı mücadele istemiyle zirveye ulaştı. İlham kaynakları 28-29 Nisan 1960 gençlik eylemleri, 1961 Anayasası’nın getirdiği daha özgür ortamla birlikte birçok kitabın yayınlanıp okunabilmesi ve dünyada olup bitenlerin daha yakından izlenmesiydi. Hedefleri öğrenci taleplerinden, memur, işçi ve köylülerin örgütlenme, daha insani yaşama koşullarına kavuşma taleplerine kadar genişledi.
Üniversiteler tıkılıp kalmadı, sokaklardan fabrikalara ve küçük işletmelere, toprak işgallerine, tütün/fındık/süt üreticilerine, Bafa Gölü’ne, Zap Suyu’na, deprem bölgelerine genişledi. Hepimizin bildiği üzere, bastırılması da hiçbir ülkede olmadığı kadar kanlı bir yok etme ve sağ kalanları etkisizleştirme şeklinde oldu.
Dışarıdan bakanların bir kısmı, “kopya” demekle yetinmezler, nedense bizde bizim hiç de farkında olmadığımız iki özellik saptadıklarını söylerler. Birincisi: bizler ölüme aşıkmışız, ölümü bekler ve ona övgüler yağdırırmışız. İkincisi: bizim 68 çok “erkek” bir hareketmiş, kızlar hep azınlıkta, ikinci planda ve geri görevdelermiş.
Ölüme Meydan Okuduk, Hayatı Coşkuyla Sevdik
Öncelikle birinci konuda birkaç söz etmek isterim. Doğrusu, tam da 1968 yılında olayların göbeğine kadar hızla girip bir daha vaz geçmemiş bir genç kız olarak kendimde de, kızlı-erkekli arkadaşlarımda da ölüm tutkusu görmedim. Mitinglerde mutlaka tekrarladığımız andımız “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin..” diye başlardı; ama biz ölümü aramak veya kucağına gülerek koşmak için değil; hayatı bu kadar seven ve ciddiye alan gençler olarak, inandıklarımız için mücadelede ölüme bile meydan okumak cesaretinde olduğumuzu hissederek ant içerdik. Hayatı, verdiği tüm güzellikleriyle, zorlukları ve beklenmedik sevinçleriyle, aşkla ve umutla, coşkuyla sevdik. Öyle olmasaydı, sanatın her dalına, fırsat buldukça spora, arkadaşlarla yapılan gezilere, kimi içkili – kimi içkisiz yemeklere, yağmurda –karda – kan güneşte saatlerce yürümelere, aşkla kurulan birlikteliklere, çocuk yetiştirmeye zaman ayırır mıydık? En sevdiğimiz arkadaşlarımız vurulur, işkencede perişan edilir, hatta asılırken; hırsla ve inançla yaşamaya devam edebilir miydik?
İkinci konu, bu yazının asıl konusu: hareketimiz gerçekten “erkek” hatta “maço” bir hareket miydi? 68 hareketinde kızlar neredeydi, ne yapıyordu ve ne kadar özgürdü acaba? Bu konuda Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde güzel bir yazı yazan Işıl Özgentürk’e uzun bir e-posta göndermiş ve “kadınlarımızı” bir kitapta toplamayı önermiştim. Ondan bir tepki gelmedi ama 2014 yılında “68’in Kadınları” isimli kitap yayınlandı. (Hazırlayan: Ayşe Yazıcıoğlu / Doğan Kitap) Ne yazık ki Ankara bu kitapta hiç yoktu. O nedenle bu yazıyı, adları ve anıları hep bizimle (ve bizden sonra) yaşasın diye Ankara’nın devrimci kadınlarına adayacağım.
O Yıllarda Ankara Nasıldı?
Ankara o yıllarda küçücüktü, ama sadece siyasette değil sanatta ve düşünsel boyutta da İstanbul’la yarışacak bir güçteydi. Henüz sadece üç üniversitesi vardı: Ankara, Hacettepe ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri. Ama öğretmen yetiştiren iki yüksekokulu (Gazi Eğitim ve Yüksek Öğretmen) ve Konservatuarı, Polis Kolejini ve Harbokulu’nu da sayarsak, nüfusuna oranla en fazla sayıda üniversite öğrencisi barındıran kentti. Devlet Tiyatroları, Opera ve Balesi, CSO kadar, özel tiyatrolar da tam kapasite çalışır, çoğunlukla yeni oyunlara yer bulmak sorun olurdu. Sayısı onu geçen sinemalar, başta 1500 seyirci alan Büyük Sinema olmak üzere genellikle alt yazılı orijinal filmler gösterirdi. Ayrıca bu sinemalarda, zamanın en ünlü sanatçılarını, çok uygun fiyata bizlerle buluşturan büyük konserler de düzenlenirdi.
Kitapçılar ve sahaflar, bazı pastaneler, bazı derneklerin ve dergilerin mekanları, en çok da bazı fakülte kantinleri Ankara’nın gençlerinin buluşma yerleriydi. Bir de tabii, her fakültede her yıl mutlaka en az bir kere, akşam üzerleri düzenlenen “çay”lar vardı. Aralarına lise öğrencilerinin de karıştığı üniversiteli gençler toplanır, tartışır, dans eder, okudukları kitapları, gördükleri oyun ve filmleri konuşur, yeni gelecekler için toplu bilet alma organizasyonları yapar, bu arada günün siyasi olaylarını, okullarında olanları da devamlı paylaşırdı.
Erkekler Kadar Bizim İçinde Geçerli…
Kızlar, okudukları bölümlere ve fakültelere göre farklılık gösterse de, genelde yükseköğrenimde sağlam bir orantıda temsil ediliyordu. Bu orantı kadın öğretim görevlilerinde de epeyce yüksekti. Eğer mesleğimizi icra etmek veya üniversite kalmak seçimi yapacaksak, kadın olmak bir eksi değildi. Henüz kadın kaymakam, vali, başbakan ve cumhurbaşkanı yoktu, ama olmayacak diye bir kural da yoktu. Ama bizler, kariyer hesapları yapmaktan çok uzaktaydık: devrim için çalışmayı seçmiştik, neye mâl olursa olsun. Siyasete böyle boylu boyunca girmekle başımıza gelebilecek okuldan uzaklaştırılma, göz altına alınma, tutuklanma, kara listeye alınma, işsiz kalma, işkence gibi her türlü saldırının, erkekler kadar bizim için de geçerli olacağının bilincindeydik. Siyasi düşüncemizi ifade ederken, örgütlerde yer alırken, eylemlere katılırken kendimizi pek sıkıntıda hissetmezdik. Ailelerimize karşı daha bir sıkıntılıydık: onları incitmeden, ilişkilerimizi koparmadan dilediğimizi gibi yaşama azmimizi, yaptığımız çalışmalara zaman ayırma şartlarını, gelebilecek tehlikelerin ayırımda olduğumuz halde seçtiğimiz yolda yürümek kararlığımızı kabul ettirmeye çalışıyorduk. Çatışmalar oluyordu elbette, tüm isteklerimizi elde edemesek de en azından onların belirlediği kurallara uymadan yaşayacağımızı net bir biçimde göstermiştik.
Dal Gibi Bir Genç Kız Naciye Sarıkaya
Her okulda öne çıkan militan delikanlılarımız olduğu gibi militan kızlar da vardı. Tıpkı daha pasif kalan erkekler gibi, ikincil görevlerdeki kızlar ve sempatizanlar da. Geriye dönüp baktığımda öncelikle kaybettiğimiz kız arkadaşlar geliyor gözümün önüne: Naciye Sakarya Siyasal’da okuyordu, kardeşleriyle birlikte o civarda bir evde otururdu. Çok iyi bir sporcuydu. Ara sıra Eskişehir’e gidip paraşütle atladığını anlatırdı. 12 Mart darbesi gelip de herkesi darma – duman ettiğinde aranmaya başlandı. Evine yapılan baskınlarda bulunamayınca savurulan tehditler yerine geldi: ailesine cesedini teslim almaları için çağrı yapıldı. Mahir’lerle ilgili sorgulamada mı ölmüştü, helikopterden mi atılmıştı, yoksa gerçekten kaza mıydı? Mitinglerde coşkuyla slogan atan, her eyleme koşan, küçük – büyük iş ayırmadan sessizce çalışan, akıllı, azimli, dünya güzeli, dal gibi bir genç kız ölmüştü sadece, hepsi bu kadar.
Rüçhan Manas…
Yine SBF’den Rüçhan Manas, Maltepe Cezaevi’nde tutukluyken Mahir’lerin tünel kazarak kaçabilmesi için görevli bir subayla ilişki kurduğu dedikodusuyla magazinleştirilmişti. Rüçhan tanıdığım en militan, gözü pek kızlardan biriydi, her eylemde ve her işin bir parçasında o vardı. Gerçekten çok güzeldi, ama aklı, sadeliği ve basiretiyle parlardı. Uzun süre cezaevinde kaldı, çıkınca İsviçre’ye yerleştiğini, sonra Türkiye’ye gelip yeni bir yaşam kurmaya çalışırken kalp krizi geçirerek öldüğünü öğrendiğimde, bir fırsat bulup uzun uzun sohbet bile edemedik diye içim yandı.
Taylan Bebeğin Annesi Şirin Cemgil
Şirin, o zamanlar Sinan Cemgil’le evliydi. O hâlâ (o zamanki – yani uzun süre Mehmet Ali Aybar’ın, sonra da Behice Boran’ın başkanlığını yaptığı) TİP’te üyeydi. Bu da ilişkimizin biraz uzak ve soğuk olmasına neden oluyordu. Üstelik Taylan Özgür öldürüldükten hemen sonra doğan mini mini bir Taylan bebek vardı artık: buluşmalar zorlaşmıştı. Ama bunlar, hepimizin onun bilgisine, eylemciliğine, emeklerine sevgi ve saygıyla bakmasına, hiç çekinmeden dile getirdiği eleştirileri önemsemesine, güzel sesiyle söylediği türkülerin etkisinde coşmasına engel değildi. Şirin’i de ne yazık ki yurtdışında yaşarken kaybettik.
Koğuş Arkadaşım Gülay Özdeş
Ve ölümünü duyduğumda derinden sarsıldığım, militan kızların en militanı: Gülay Özdeş. O da sonradan Dışkapı’da koğuş arkadaşım oldu.
O yıllarda evliydi, eşinden sevgiyle söz ederdi, ama evliliğin her ikisi için de devrimci harekette daha rahat yer alabilmek, baba evlerine karşı daha bağımsız davranabilmek için yapıldığını söylerdi. Biraz fazla sert görünürdü, tatlı güzel yüzünün, kızılımsı kumral saçlarının verdiği ılık duyguları bu sertlikle bastırmaya çalışırdı. Doğrudur, Dışkapı’da tutukluyken bazı kızlara yaptığı eleştirilerle ve kadın polislerin ona aşırı saldırgan davranmalarına karşı gösterdiği direnişle, kimilerinin fazla erkeksi bulduğu bir tonda sertti. Ama o Gülay’dı, erkek olmaya özendiği, ya da kabadayılık tasladığı için değil; kişiliğinin bir yanını tastamam ortaya koyduğu için öyleydi. Yüreğinin sıcaklığını, devrime inancı ve kararlılığı kadar hayata, sevgiye, sanata ve estetiğe düşkünlüğünü ise ancak görebilene açardı.
Akhisar Tütün Mitingindeki Kadınlar
Gülay, Hacettepe’den Bedriye, yine ODTÜ’den Nuran ve ben, yaklaşık 35-40 arkadaşla birlikte Akhisar tütün mitingine katılmış, orada ve yolda mücadele kadar, özel hayatlarımızla da ilgili uzun sohbetler yapmıştık. “Kızlar köy çalışmasına gider mi ya? Orada kendi çalışmamızı mı yapacağız, kızları korumakla mı uğraşacağız?” diyerek gidişimizi engellemeye çalışan birkaç erkek arkadaşa en güzel cevabı Tebessüm vermişti: “Bu kız-erkek ayrımı da nereden çıktı? Onlar sizin korumanıza muhtaç kızlar mı? Hepsi ne yaptıklarını, yapacaklarını bilen, her eylemde en az sizin kadar yer alan kızlar. Hadi hadi, bırakın bu lafları da hemen yola çıkın.”
Fedakarlık Simgesiydi Tebessüm Sarp
Tebessüm Sarp devrimin ve hepimizin anasıdır. Bizden sadece üç-dört yaş büyüktür, FKF ve Dev-Genç’ten önce TİP’te fedakarca yaptığı arşivleme çalışmaları, her tür işe verdiği emek ve zaman, gündüz işe gidip kazandığı parayla – gece saatlerce yıldırım hızıyla yazdığı daktiloyla partiye verdiği katkı aramızda efsane gibi anlatılırdı. Tebessüm birçoğumuz için rol modeliydi, onun gibi sessizce en ince ve nankör işleri üstlenmek, övünmeden, ortaya çıkıp alkış beklemeden devrimci harekete katkı verebilmek isterdik. Hapishaneye düşenleri ziyarete koşar, ihtiyaçlarını öğrenip sessizce halleder, bir grup kızla birlikte tencereler, tepsiler dolusu yemek yapıp götürür, avukatlarla görüşür, savunmaları yazardı. Nitekim Deniz’lerin savunması hazırlanırken, sevgili ağabeylerimiz Halit Çelenk ve Niyazi Ağırnaslı başkanlığında yürüyen çalışmalara Tebessüm inanılmaz bir emek katmıştır. Kardeşi Atila Sarp bizim başkanımızdı, ama sadece o değil ablası Filiz, kardeşleri Sabiha, Barış ve Süreyya her yaştan arkadaşlarıyla cıvıl cıvıl bir ortamın yaratıcısıydılar. Yıllarca tüm hastalar, ameliyatlılar, hapishaneden çıkıp gidecek yeri olmayanlar, aç kalanlar, hiçbir derdi olmasa bile biraz şefkat ve sohbet veya bir tas sıcak çorba arayanlar onların evine gitti. Bin bir güçlükle ayakta tuttukları evlerinin kapısı hiçbir zaman kapalı olmadı.
Fen Fakültesinin Şimşek Kızı Müzeyyen
Başka bir siyasi çizgide olmasına karşın, benim o yıllarda uzaktan, daha sonra Yıldırım Bölge (Dışkapı) Kadınlar Koğuşu’nda yakından tanıyıp arkadaşlığıyla onur duyduğum Müzeyyen Pervan, Fen Fakültesi’nin şimşek kızıydı. Bizim gibi önce FKF üyesiyken, sonra Türkiye Devrimci Gençlik Örgütü adı alan örgütümüze katılmamış, bir grup başka arkadaşıyla “Sosyalist Gençlik Örgütü”nü kurmuşlardı. Bize şiddetle muhalefet ederlerdi.
O zamanki lakabıyla “deli Muzo” o kadar cevval, enerjik, inançlı, kararlı ve hatta inatçıydı ki, onu bir türlü ikna edemeyen bir grup Fen fakülteli arkadaş gelip beni oraya götürmüşlerdi. Bir fakülte saldırıya uğradı mı, tüm okullardan militanların desteğe gitmesi adettendi. Bu nedenle götürülmeme şaşırmamış, hatta onur duymuştum. Ama oraya vardığımızda bana uzaktan Müzeyyen’i gösterip: “Şu kızla sen konuş Necla, biz ikna edemedik!” dediklerinde, öfkeden deliye dönmüştüm. Kız kavgası mı istiyorlardı? Onun da en az benim kadar aklı, bilinci ve deneyimi vardı ve kendi kararını verecek olgunluktaydı. İkna ne demek ya? Ancak saygı duyulurdu böylesine, üstelik aynı görüşte olmasak da, aynı cephedeydik ve her zaman bununla gurur duymalıydık.
Devrimci Kadın Serpil Çelenk
Hacettepe Sosyalist Fikir Kulübü’nün kuruluşunda Serpil Çelenk en aktif katılımcılardan biriydi. Sonrasında da cesareti ve bilgisiyle öne çıkan, etkileyici ve yönlendirici bir devrimciydi. Yıllar geçti, soyadı Güvenç oldu, sosyoloji doktorası yaptı ve hep aynı devrimci tavrını korudu. Makalelerini ve haberlerini herkes görüyordur. Hacettepe Üniversitesi’nin inançlı ve çalışkan kızları: Ümide, Dilek, Leyla, Şermin, İffet, Su.. Hepsi kendi yeteneklerine en uygun ve güçlerine göre ağır olsa bile yapılacak tüm işleri sessizce yaptılar. Afiş tasarlamak, çizmek, ipek üstüne boyayarak hazırlamak ve basmak, bildirileri çoğaltmak ve dağıtımını sağlamak, saldırı haberlerini ve savunma planlarını hızla taşımak, daha ne işler yaptılar.
Bedriye, Deniz Gezmiş’in en yakın arkadaşlarından Mustafa Gürkan’la evlendi, yıllarca Yatağan’ın sevgili doktoru oldu, üç çocuk büyüttü ve hepsinin yanında o güzelim gözleri artık görmediği halde tanıdığım en dirençli, en devrimci ruhlu kadınlardan biri olmaya, her platformda çalışmaya devam etti. Bedriye konuşma yapınca, türkü söyleyince, şiir okuyunca akan sular durur.
Sarı Panter Nuran Ağırnaslı
ODTÜ’nün, Hacettepe’nin, SBF’nin polis saldırılarında günlerce çarpışan, direnen kızları: ODTÜ’nün sakin ve sessiz görünümlü, alabildiğine donanımlı sarı panteri Nuran Ağırnaslı; şakacılığıyla koğuşun neşesi, Tutukevi komutanının baş belası olan, kısacık boyu ve naif yapısıyla, bir de üstüne kalp rahatsızlığıyla her an yüreğimiz ağzımızda gözlediğimiz Türkan Sabuncu, Şule, Nihan, Sibel, Gülnur, Işık, Nilgün, Hukuk’tan Şencan, Ziraat’ten Aygül, hepsi kendi okullarında ve kaldıkları yurtlarda önder roller üslenmiş kadınlardı.
Biz, DTCF’liler ise bambaşka bir kitap oluşturabiliriz. Bizim fakülte, Talebe Cemiyeti seçimlerini Sosyalist Grup olarak kazanmamızla birlikte, bir dönemin ilerici hocalarının saldırıya uğradığı fakülte olmaktan çıktı ve ışıldayan bir merkez haline geldi. Kantinde oturup türküler söyleyerek başlayan mücadelemiz, konserler, film gösterileri, eğitim çalışmaları ile genişledi. Sayımız 15 iken 70-80 oldu, ama bir miting yaptık mı bizim fakülteden en az 700-800 kişiyi katar duruma geldik.
DTCF’li Kızların Gizli Kütüphane Çalışması
FKF adını bırakıp TDGF olduğumuzda genel başkanımız Atila Sarp’ın bana verdiği özel bir görev vardı: Milli Kütüphane’de aylar süren bir grup çalışmasıyla 1962-1970 arası çıkan gazeteleri tarayıp iller bazında olayları, sağda ve solda çatışmalara karışanları isim isim kaydettik. Çok işe yaradığı söylenen bu bilgi sayesinde, nereye çalışmaya gidilse kim dost, kim düşman, neresi bize uygun, neresi sıkı karşıt görülebilir oldu. Bu çalışma sadece DTCF’li kızlar tarafından, itinayla ve herkesten gizli yürütüldü. Kimdi bu kızlar? Meral, Coğrafya bölümünde okuyordu, yurtta kalırdı. Şartları uygun olsun olmasın her daim fakültede bir görünür, hiç çaba harcamaz gibi en zor işleri çözüverirdi. Aynen öyle bir öğretmen oldu, yaşı ilerlediği, sağlığı da teklediği halde hâlâ öğrenci yetiştiriyor. Bir Emine’miz felsefe öğretmeni olmuştu, genç sayılacak yaşta kalp krizinden kaybettik. Emine Sağır en son Ankara İl Kültür Müdürü idi, elinden gelen-gelmeyen her şeyi yaparak Ankara’nın gözbebeği heykellerini, binalarını korumaya çalıştı. Ve Leyla, Rahime, Ülker, daha adlarını sayamayacağım kadar çok arkadaş.
Teorisyen Seyhan
Bir de okullar üstü bir kadın devrimcimiz vardı: Seyhan Erdoğdu. Gencecikti, bizden olsa olsa 3-4 büyüktü. Ama hem ODTÜ’de asistan, hem anne, hem de efsanevi Aydınlık Dergisi’nin yazarlarındandı, yani hareketin teorisyenlerinden biriydi. Çok iyi bir konuşmacıydı da: mitinglerde konuştu mu, yer yerinden oynardı. Dışkapı’da onunla bir buçuk yıl ranza komşuluğu yaptık. İdareye karşı basiretli ve taviz vermeyen, kendi aramızdaki sorunlarda ılımlı, yatıştırıcı, ama her zaman ve her durumda adil, ilkeli, cesur bir arkadaştı.
Bu kadınlar ve ismini anamadığım, İstanbul’da, İzmir’de, Trabzon’da, nezarethanelerde, işkencede, askeri tutuk ve cezaevlerinde, kaçak duruma düşenleri barındırmak için tutulan evlerde erkek arkadaşlarının omuz başında mücadele veren daha niceleri devrimci hareketin rengiydi, kokusuydu, tadıydı; ruhuydu ruhu!. Mitinglerde görev alan, 1969 işgallerinde, fakültelere sık sık yapılan Ülkü Ocakları veya polis saldırılarında direnen, gecekondu semtlerine gidip gençlere ders veren, sokaklarda bildiri dağıtan, gazete satan, ev ev dolaşıp Dev Genç için destek arayan, her türlü eğitim ve tanıtım çalışmalarında koşuşturan, görünen-görünmeyen işlerde arı gibi çalışan, her eksiği anında görüp çare arayan, para işlerini düzgünce yürüten, yaralananların ilk yardımına koşan o kadınlar olmasaydı, devrimci hareket böyle yaygın ve kalıcı olamazdı.
Son söz olarak tevazuyu bir yana bırakarak şunu yazmak istiyorum: bizler – her birimiz- erkeklerin arkasında görünmeyen gölgeler değil; seçimlerini kendi yapan, kararlarını özgürce veren, sonuçlarına da aslan gibi katlanan, bağımsız ruhlu, öğrenmeye açık, inançlı, arkadan gelenlere yol açan önderlerdik.
23.06.2018
Necla Ülkü KUGLİN