Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
ATTİLÂ İLHAN
Onlar kişilikli bir kuşaktılar
Kişilikli olanla; özü çürük, sapı silik olanlar kolay seçilirler, bakmasını bilirsen. Onlar kişilikli bir kuşaktılar.
Direncin kaynağı istenç ve inançtır. İstenç, murat etmek, dilemek, bunu ortaya koymak demek… İnanç bundan sonrası, istenç inanca dönüşünce süreklilik kazanır, ülküleşir, kutsallaşır da çoğu zaman.
“Direnç neden gerekir?” sorusu, yerinde ve gerekli bir sorudur. Direnç, başarının olmazsa olmazı, hedefin gidiş yolu, boyun eğdirmenin tek koşuludur.
Direncin bilinçle de yakın ilgisi var. Bilinçle donatılmış bir direnç, kaygı uyandırmaz, saygı uyandırır, hak verdirir, yandaş kazandırır.
Direnç bir savaşımı gerektirir, bu savaşım uzun, yorucu, gerilimli ve çileli de olabilir. İşte bütün bu süreçler geçildikten sonra varılan sonuç, çoğu kez erince ve sevince vardırır insanı. Bu erinç emekle elde edildiği için, bu sevinçse muştulu ve coşkulu olduğu için değerlidirler.
Onlar, varlık nedenlerini direnmek; işlevleri ve görevlerini direnişler örgütlemek olarak biliyorlardı.
Bu direniş donanımıyla “eylem” sözcüğünü türettiler, içini onlar doldurdular, onlarla anlam kazandı bu sözcük. “Eyleme geçmek”, “eylem yapmak”, “eylem koymak”, “eylemi bitirmek”, “eylemci” deyimleri de onlardan kalmadır.
Eylem adına neler yaptılar?
Forumlar yaptılar, tartıştılar, danıştılar, tanıştılar, kararlar aldılar ve bu arada düşünmeyi öğrendiler, yayımladıkları bildirilerle düşünmeyi öğrettiler Türkiye’ye. Sesleri başka idi, sözleri başka, iletileri başka… Dile getirerek dize getirmek istiyorlardı güçlüleri, egemenleri. Etkiniz yetkinizden ibarettir sizin, sizler yok hükmündesindir aslında, diyorlardı.
Eylem adına boykotlar da yaptılar… Boykot sözcüğü de onlarla girdi Türkiye’nin gündemine… Boykotlar ezberlerini bozuyordu, şaşkına döndürüyordu kurulu düzenin alıştığından ayrılmayan, itaat edip itaat bekleyen bürokrasisini. Saygısızlık, had bilmezlik sanıyorlardı boykotları. Onların hiç bilmedikleri, yaşamadıkları, algı sığalarının yetmediği şu idi: Hak ve özgürlüğün olmadığı, kısıtlandığı ortam ve koşullardaki saygılar çıkara ve hesaba dayanır, biçimsel ve ikiyüzlü olmaktan öteye gidemez. Boykot ise hak aramadır, özgürlüktür, hizaya getirmedir.
Ve boykotlar dediğini yaptırıyordu çoğu kez, halka da cesaret veriyordu hak arama namına.
Boykotun az geldiği, yetmediği, direncin kırılamadığı yerlerde, “işgaller” başlıyordu. Hele de “toprak işgalleri…” Toprak reformu yapmamayı başaran ağaların, beylerin korkulu rüyası…
Ve yürüyüşler… Bu parka ve postallı yiğitlerin devrim yüklü kervanları…
68’liler yalnızca eylemci değillerdi ha! Kitap okuyorlardı onlar, bilinçliydiler, bilgiliydiler; bilinçlendiriyor, bilgilendiriyorlardı; emek temelli, eşitlikçi, sömürüsüz, özgür bir dünyayı anlatıyorlardı. Çok bilim ve düşün insanları çıktı bunları arasından. Sanat ve edebiyata da tutkundular, nice sanatçı ve edebiyatçılar da sökün etti aralarından.
Atatürk’ün gençliğe hitabı, ak ana sütüydü onlar için, Bursa Nutku ise yaman tutuşturandı, o ateş neleri yaktı neleri…
Sloganları o ateştendi… Hele de ikisi: “Tam Bağımsız Türkiye” ile “Hoşt Amerika, puşt Amerika.” İlk slogan bir yüce erek, elimizden giden kutsal emanete yeniden kavuşma dileği; ikincisi bu kutsal emanete, yerli işbirlikçiler ve aymazlar eliyle el koyana sert uyarı, bir had ve hâl bildirme.
İkinci sloganın gereği Dolmabahçe’de yapılmıştı, denize dökülmüşlerdi puşt Amerika’nın üniformalıları. Onlar bu üniformalıları denize dökerken, “Puşt Amerika”nın Müslüman işbirlikçisi Mehmet Şevket Eygi, Bugün Gazetesinde şu dehşet verici satırları kaleme alabiliyordu: “Bilmiş olunuz ki, büyük fırtına patlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekûn savaş kaçınılmaz hale gelmiştir…
Bir buçuk asırdan beri İslam âlemini içten ve dıştan fethetmek için faaliyet gösteren küfür kuvvetleri, artık son büyük taarruza hazırlanmaktadırlar… Gaye Türkiye’yi komünizm denilen küfür nizamı içine sokmak ve oradan bütün âlem-i İslamı istila etmektir.
Müslüman kardeşim: sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim… Etliye sütlüye karışmam… Deyip de kendine zulüm edenlerden olma. Gözünü aç, bak! Küfür selleri, korkunç homurtularla üzerine akıyor. Tedbir almazsan boğulacaksın. Komünizm küfrüne karşı derhal silahlan. İslam’da askerlik ve cihad ihtiyari değildir; mecburidir.
Stalin’in ve benzeri Deccalların piçleri olan kızıl veletler sokaklara dökülüp, Türkiye’yi yıkmak isterlerse bütün Müslümanları karşılarında bulmalıdırlar.
Ey Türkiye halkı, ey temiz Müslümanlar. Büyük günler yaklaşıyor. Herkes vazifesine koşsun. Herkes komünizm küfrüyle savaşa hazırlansın. Komünistler ve onları destekleyen hain şahıs ve müesseseler kahr edilsin. Savaş kösleri çalsın. Bayraklar yükselsin. Hareket başlasın. Ayağınızı denk alın Allah’ın kulları geliyor. Cihad eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur. Canını verirse şehitlik şerefini kazanır.
Ey Müslümanlar! Ey Müslümanlar!.. İmanınız tehlikede. Dininiz tehlikede. Kur’anınız tehlikede. Camiler tehlikede… Din, iman elden gidecek. Kalkın ey ehli İslam! Davranın…
Bir şeyler olursa, silahlar patlar patlamaz, vazifeye koşmaya çalışacağız. İnşallah kızıl kâfirlerin Deccal uşağı dinsizlerin tepelerine birer intihar uçağı gibi ineceğiz”
Bu kışkırtmalara da göğüs gerdiler… Eygi tarihe eğri bir adam olarak geçti, ama onlar dümdüz, mert, ödünsüz, sonuna dek giden, ömürlerini aşan izleri ve yönleri olandılar.
Sonra başka oyunlar döndü
Sonra başka oyunlar döndü, emperyalizm ve onun emirberi kurulu düzen, kışkırtıcı ajanlar soktu aralarına, silah ve bomba verdi ellerine, birbirlerini vurdurdu; en yürekli önderlerini şehir ve kır gerillasına yöneltti; 5’er 10’ar kişiden oluşan gücü ve sonu belli “Kurtuluş Orduları” kurdurttu, bankalar soydurttu, bir yerleri bombalattırdı. 12 Mart’ın faşist cuntası da bunu istiyordu zaten, vurdu vurdu vurdu, astı astı astı, içeri bastı nicelerini…
Yanık kuşak oldu böylece 68 kuşağı…
“Kıyıcı 78 kuşağı”, “kıyılmış 78 kuşağı” anladı mı yanık 68’lileri? “Kıyıcılık” ve “kıyılmışlık” anlamadığını gösterir.
Neden anlamadı? Daha ileride olma, onları aşma, daha büyük eylemler koyup, daha büyük işler yapma uğruna, kıydı ve kıyıldı…
Oysa gerek yoktu bunlara… Türkiye’de sosyalizm namına ne aransa, bulunurdu 68 kuşağında. Başardıkları göz kamaştırır, hayran eder, başaramadıkları hayıflandırır ama saygı uyandırırdı. Hataları ise, senin gideceğin yollara dönük hazır özeleştiriydi, yol göstericiydi, doğrultucuydu, büyük sözleri idi; alıp uysaydın, korunurdun; akıl defterin, kılavuzun olurdu.
Olmadı. Şimdi yeni kuşaklar 68, 78 ve gezi deneyimlerine sahipler…
O deneyimlerle başarılabilir, yeter ki istenilsin ve direnilsin…
68 Kuşağı Konusunda Çok Bilinmeyenler
“Deniz Gezmiş ve THKO’luların ordu hakkında yanıldıkları ve ilerici 9 Mart hareketi beklentisi içinde oldukları genel olarak doğrudur. Ancak onlar dağa çıkarken de kente inerken de orduyla savaşmayı düşünmüyorlardı. Onlar emperyalizme başkaldırıyorlardı. Orduyla ilgili yanılgıları 12 Mart 1971 Amerikancı faşist darbesi ile son buldu. Benzer yanılgıları eylemler içinde yaşayarak, irdeleyerek öğrendiler.
Deniz gezmişler devrimciydi. Sosyalizm savaşçılarıydı. Çünkü onlar uluslararası tekellerin birliği olan ABD emperyalizmine karşıydılar, mücadele içindeydiler. Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerinde kurduğu siyasi, askeri, ekonomik egemenliği kırmak, NATO’dan çıkmak, üslerden tesislerden ve gizli ikili anlaşmalardan kurtulmak için hayatları pahasına çarpıştılar. İMF ve Dünya Bankasının emperyalist tekellerin çıkarları doğrultusunda hayat geçirdiği sosyal, siyasal ekonomik yıkım programlarına karşı direndiler.
Devrim ve sosyalizm, tam bağımsızlıktan başka bir çözüm olmadığını bilerek savaşa devam ettiler.
Deniz Gezmiş’in 6 Mayıs 1972 gününün sabahında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunda son sözleri; ‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!’ Bu bir çağrı değil miydi? Evet öyle idi ve haklıydı.”[1]
Erol Bilbilik yazıyor bunu, 9 Mart askeri müdahalesi içinde olduğu gerekçesiyle ordudan atılan Deniz Yüzbaşı Bilbilik. 12 Mart’ın sillesini yiyen bir değerli yazar.
Yöntem olarak da doğru muydu?
Peki Deniz Gezmişlerin mücadelesi gerekçe olarak doğruydu da yöntem olarak da doğru muydu? Bilbilik yukarıya aldığımız ifadelerinde bunu iddia etmiyor zaten “Benzer yanılgıları eylemler içinde yaşayarak, irdeleyerek öğrendiler” diyor. Bu “benzer yanılgıları” ayrıntılayalım biraz daha. Mihri Belli anlatsın Deniz Gezmiş’le olan bir düşünce alışverişini:
“Deniz Gezmiş savaşın gerekliliğini savunuyordu. Deniz’e ‘Beni ikna et, birlikte dağa çıkalım’ dedim. Ve sormaya başladım:
‘Hangi hedefi vuracaksın?’
D.G: ‘Mesela Amerikan üslerini.’
‘Hangi üssü?’
D.G: ‘Mesela İncirlik’i’
‘Kaç kişi toplayabilirsin?’
D.G: 50 kişi’
‘İncirlik Üssü kaç kilometre kare biliyor musun? O 50 kişi orada nokta gibi kalır. Hem sen makasla elektrik cereyanı verilmiş teli kesmeyi biliyor musun?’ Bilmiyordu.
D.G: ‘Canım biz de küçük karakollara saldırırız.’
‘İki asker öldür, kamuoyu sana karşı döner.’
D.G: ‘O halde silahlı olarak dağda halkı bilinçlendiririz.’
Ben Deniz’in İstanbul’da bir gecekondu semtine yerleşmesini istiyordum ama olmadı.”[2]
Erol Bilbilik’e dönelim yeniden ve çok az duyulanları duyuralım:
“12 Mart’ta bir gün sonraydı. Kabibay’ın Çankaya’daki Çin Lokantası civarındaki evinde toplanmıştık. Kabibay o dönemde bel ağrısı çekmekteydi. ‘Rolling chair’ denilen bir koltukta bizi karşılamıştı.
Hidayet Ilgar, İrfan Solmazer, Talat Turhan, Mehmet Heperler, çok sayıda sivil ve üniformalı karacı subay vardı.
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Solmazer, Turhan ve ben bir masada olayları değerlendiriyorduk. Bir ara Solmazer bana ‘Erol kardeşim, sen denizcileri ihmal etmişsin’ deyiverdi. ‘Kimi ihmal etmişim?’ diye sorduğumda, ‘Sarp Kuray’ı, Deniz Gezmiş’i ihmal etmişsin. Hiç temas kurmamışsın. Ama ben İstanbul’da, Ankara’da onlara mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’ dedi.[3]
Şaşırdım kaldım. Turhan’ın da çok şaşırdığını o an anladım.
‘Başka neler yapıyorsunuz?’ diye sorunca yanıtı şu oldu: ‘Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı oturtuyorum. Demokratik bir tartışmayla eylem kararı alıyoruz. ABD Büyükelçiliğinin ön kapısındaki polis kulübesinin taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Bu tartışmada ben lider oluyorum. Emri ben veriyorum. ‘Gezmiş, ABD Büyükelçiliği polis kulübesini tara ve yok ol’ diyorum. Sarp Kuray’a ‘Git şurayı bombala’ diyorum.’
Doğal olarak bu işlerden Kabibay’ın[4] mutlak bilgisi oluyordu. Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı, herkesi kullandılar.”[5]
Bilbilik, Orhan Kabibay’ın Kenan Evren cuntasına da yardımcı olduğunu söylüyor ve şu uyarıyı yapıyor: “Bunların yeni nesil Deniz Gezmiş ve Mahir Çayanları kullanmaları önlenmelidir.”
Kürt Hareketi ve 1968
Sol’un ve 68 kuşağının önemli isimlerinden Gün Zileli kendi kendisi ile röportaj yapmış ve o röportajda Kürt Hareketi ile 1968 kuşağı ilişkisini ve çelişkisini derinine inceleyip çözümleme yapmış. 68 kuşağı hakkında çok şey yazılabilir, yazılmıştır ama Kürt Hareketi ile bir oluşu ve ayrışması konusu ele alınmazsa büyük eksiklik olur. “Keşke her şey sosyalizm boyutları içinde kalsaydı” diyelim ve okuyalım Gün Zileli’yi:
“Kürt hareketini Türkiye 68’inin önemli bileşenlerinden biri olarak görmek mümkündür. 1960’lar aynı zamanda bir Kürt rönesansıdır da. Kürt sorunu, ilk kez sürgün edilen Kürt aydınlarıyla ya da baskına uğrayan uzaklardaki Kürt köyleriyle sınırlı kalmaktan kurtulmuş, tüm toplumun önüne acı bir gerçeklik olarak gelmiştir. Röportajlarla, şiirlerle, filmlerle, öykülerle, Türkiye toplumu, içinde kanayan ama o güne kadar sözü edilmeyen ya da görmezden gelmeyi tercih ettiği bir yarayla yüz yüze gelmiştir adeta. Kürt gerçekliği, Türkiye topraklarında Kürt diye ayrı bir ulusun varlığı, tüm zırvaca inkâr çabalarını ezip geçmiştir. Kürt hareketi 68’e, 68 de Kürt hareketine çok şey vermiştir. Ne var ki, 1968’in sonundaki muhafazakârlaşmanın en önemli unsurlarından biri de milliyetçileşmeydi. Türkiye solu bu tarihten sonra hızla “Türk Solu” olmaya başladı. O zamana kadar birlikte ve iç içe yürüyen Türk ve Kürt solcuları hızla birbirinden ayrıştı. Türkiye solunda başlayan milliyetçileşme ister istemez Kürtlere de yansıdı ve Kürtler de kendi sol-milliyetçi hatlarını ve örgütlenmelerini gerçekleştirmeye giriştiler. Kürt milliyetçiliğini körükleyen bir diğer unsur da, Türkiye solunu pençesine almaya ve tam bir ideolojik hegemonya kurmaya başlayan Marksist-Leninist ideoloji oldu. Lenin ve Stalin’in, Çarlık Rusyasında yaşayan çeşitli milliyetleri kendi politik iktidarlarının hizmetine koşabilmek için ortaya attıkları “ulusların kaderlerini tayin hakkı” doktrini genel olarak Türkiye solunun, özel olarak da Kürt hareketinin amentüsü haline gelmeye başladı. Aslında bu doktrin, neresini tutsanız orasıyla tanımlayacağınız ölçüde belirsiz ve kaypak bir şeydi. Hani filin kuyruğunu tutar ‘kuyruk’, hortumunu tutar ‘hortum’ dersiniz ya, işte öyle. Aslında, ortada bir fil olup olmadığı da tartışma götürür. Bu teorinin kaypaklığı, Lenin’den kaynaklanmaktaydı. Lenin, iktidarını sağlamak için her türlü teorik eğip bükmeyi yapacak, şurda doğru dediğine, bir adım ötede erinmeden yanlış diyecek ölçüde reelpolitik bir şahsiyetti. Bu yüzden de teorisi, daha sonrakiler tarafından istendiği gibi yorumlanabilmiştir. Aynısı Türkiye’deki ulusal sorun tartışmalarında da oldu. Türk solu, ulusların kaderini tayin hakkını, Kürtlerin milliyetçi Türk solunu izlemesi şeklinde anlamaya yatkındı. Kürtler de, tersine, bu teoriden, kendi ayrı ulusal hareketlerini inşa etme ve ayrı örgütlenme sonucunu çıkarmışlardı. Her neyse, sonuç, ayrılmaydı. Zaten önemli olan da bu değildi, özgürlükçü bakış açısından, elbette ayrılmak isteyen ayrılacaktır. Evet ama bunun olumsuz sonuçları da oldu. Devletin karşısında kardeşleşmenin yerini, her iki halkın da kendi milliyetçi değerlerine sarılıp kendi devletleriyle barışmaları (Kürtler açısından kendi devletini yaratmaktı bu) aldı. Böyle bir yönelim, sınıf mücadelesinin yerine sınıf barışını teşvik etti. Özellikle doğuda büyük bir devrimci potansiyel oluşturan yoksul köylülerin toprak mücadelesi tatil edildi ve köylülerin kendi ağalarıyla kardeşleşmesi ön plana çıktı. Dahası, her iki taraf da kendi milliyetçi-geleneksel değerlerini yüceltmeye girişti. Gelenekselliğin ön plana çıkması, Kültürel uyanışın, dolayısıyla 68’in sonu demekti zaten…”[6]
Bizim 68 Kuşağının Dine Bakışı
68 kuşağının dine bakışını, bir ilahiyatçının kaleminden okumak daha eleştirel ve nesnel değerlendirmeler ve empati yapma olanağı verecektir kanısındayız. KSÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi Asuman Yıldırım’ın KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yazdığı makalenin bir bölümü aşağıda bilginize sunulmaktadır.
“Marx, Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ne Giriş’te din hakkında, şu sözleri sarf etmektedir: Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor. Löwy bu metni şöyle değerlendirmektedir: Din ‘bazen mevcut toplumun doğrulanması’ sürecinde karşımıza çıkar, bazen de ‘ona karşı bir protesto’ hareketini temsil eder. Marxist açıdan din, üst sınıfın çıkarlarını korumak için kullandıkları bir araç haline gelmiştir.
Solcuların, sosyalistlerin din konusunda ne yazık ki ayrıntılı, açık bir görüşleri olmamıştır. Sosyalistler bir yandan ‘din halkın afyonudur’ diyerek materyalizme vurgu yaparken, diğer yandan da kitle çalışması yaparken de dini ‘kişinin iç sorunu’ olarak nitelemişler ve din olgusunun üzerini kapamışlardır. Din olgusunu anlamak, kavramak yerine, yok sayıp görmezlikten gelen sosyalistler, dinsel hareketleri de hep kandırılmış, cahil kişilerin işleri olarak algılamak yoluna gitmişlerdir. Onlara göre dinsel hareketlerin iradesi, kendi dinamiği yoktur, olamaz. Bu kaba yaklaşım dini yok saymanın doğal sonucu olsa gerek. ‘Aman halkın değerlerine dokunmayalım’ diyerek bu noktada popülizme saplanan politik görüş, din konusunun üzerini kapatarak, laiklik üzerine bir açılım yapmamıştır. Bu nedenle de var olan anlayışı sahiplenmiş, sessizce Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir devlet olduğu görüşüne onay vermişlerdir. Solculara, sosyalistlere göre Cumhuriyet laiktir.
Hasan Yalçın gibi ailesinden, çevresinden bir nebze dini bilgiler alan 68’lilerin üniversitede ateist bir çevre ile tanışması, sosyalizmle ilgili kitapları okuması ve sosyalist eylemlere girişmesi sonucu dinden uzaklaştıkları, ibadetleri bıraktıkları anlaşılmaktadır. Sosyal ilişkiler ağının, sosyalist eylemlerin dünya görüşünü inşadaki rolü daha iyi görülmektedir. Hasan Yalçın’la yaptığı röportajda kendisine siyasi kimliğiniz nerede şekillendi sorusunu soruyor. H. Yalçın, ailesinin genelinin CHP kökenli olduğunu, ama babasının Millet Partisi mensubu olduğunu; Bölükbaşı’nın o zamanlar ilerici temalar işleyen birisi olduğunu; 27 Mayıs hareketi sonrası DP’nin yıkılışının çevresinde coşkuyla karşılandığını ve 27 Mayıs sonrası üniversiteye girdiğinde siyasi hayatının değiştiğini; ilerici, CHP çizgisinde düşünceleri olan bir genç olduğunu; daha önce çevreden gelen dini inançla teravih namazlarına kadar kıldığını, oruç tuttuğunu, Kuran okuduğunu, ilçenin hocasından ders aldığını; fakat bütün bunları üniversitede bıraktığını söylüyor ve bunda okuyarak belli sonuçlara varmasının yanında doğrudan doğruya ateist bir çevreye girmesinin etkili olduğunu; çevresinin solcu sosyalist insanlardan oluştuğunu ve hala ilişkilerinin devam ettiğini ve bunların bir kısmının sosyalist, bir kısmının CHP’li olduğunu, İP’li arkadaşlarının olduğunu; ilk karşılaştığı çevrede Allah, din meselesinin çok konuşulduğunu söyler. H. Cemal, Mülkiye’de okurken, tarikatlardan, mezheplerden haberinin olmadığını; din ve politika, İslamiyet ve politika ilişkileri konusunda kulağına pek bir şeylerin çalınmadığını; bunun yanında Kürtlerden ve Kürt sorunundan da haberdar olmadığını; Ermeni sorununun tarihsel kaynaklarına tam inmediğini; Marksizmin-Leninizmin bunların felsefe boyutlarının da farkında olmadığını, zaten orta öğretimde de felsefe ve mantıkla doğru dürüst tanıştırılmadığını; eleştirel düşünceyle uygarlığın, demokrasinin birbirlerini bütünleyen yanlarını göremediğini belirtiyor.
Fikret Babuş, ‘Felsefenin Başlangıç İlkelerini okumaya başladığımız günler Ramazan ayı idi ve ben oruç tutuyordum. Kitabı okuyup yorumladıkça, önceki sağladığım birikimlerin de etkisiyle orucu gönülsüz tutmaya başlamıştım. Nihayet eğitim çalışması yapacağımız bir gün Parti’nin işçi kökenli millettekilerinden Şaban Erik partiye gelip bizimle söyleşi yaptı. Abdidinpaşalı çaycı Mustafa’ya, ‘Çaysız söyleşi olmaz, gençlerin hepsine benden birer çay ver’ dedi. Ben oruçtum ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Çaycı Mustafa çayları doldurup dağıtmaya başladı ve sıra bana gelince benim elime de çay bardağını tutuşturdu. Oruç olduğumu söylemeye çekiniyordum, hem materyalist olunup hem oruç tutulmazdı. Bunun üzerine birdenbire anlamadığım ani bir kararla orucumu bozup çayı içtim ve bir daha oruç tutmadım.’
1969’da Emek Dergisi’nde makalesi yayınlanan Taner Timur, dine bir ideoloji olarak yaklaşmaktadır. Timur, çok partili hayata geçilince bu ideolojinin kasaba eşrafını otoriter bürokrasiye karşı bir isyan aracı olarak kullanıldığını; CHP’nin dinsiz din düşmanı bir parti olarak halkın dinin icaplarını yerine getirmesine imkân vermeyen bir parti olarak gösterildiğini; bu durumun pozitivist aydınlarca Atatürk devrimlerinden sapma olarak kabul edildiğini, Demokrat Parti’nin bürokrasinin desteği olmadan iktidarda zor kalacağını anladığı için, pozitivizm ile dinci ideoloji arasında denge siyaseti izlediğini, ilk icraatlarının ezanın Arapça olarak okunması olduğunu, el altından bu ideolojinin desteklendiğini, çıkarılan Atatürk’ü Koruma Kanunu ile bürokratik pozitivizme ağırlık verildiğini, 1950-54 arasında büyük şehirlerde sermaye birikimi hızlı olduğu için köylerden şehirlere göç edenlerin iş bulabildiğini, küçük burjuvazinin alt kesiminin durumunun iyi olduğunu, 1954’den sonra artan enflasyon sermaye birikimini yavaşlatması sonucu küçük burjuvazi ve ücretlilerin durumunun sarsılmasıyla mukaddesatçı ideolojinin dini bir afyon olarak piyasaya sürdüğünü söylüyor ve örnek olarak Menderes’in 1957 seçimlerinde İstanbul’u ‘ikinci bir Mekke’, Eyüp Sultan Camii’ni de ‘ikinci bir Kabe’ yapacağız ifadesini örnek olarak vermektedir. Yine Taner Timur, DP’nin dinci ideolojiyi desteklediğini; Said Nursi ve talebelerinin de DP’yi desteklediğini ve Amerikan emperyalizminin savunulduğunu, Said Nursi tarafından kitlelere sabır-tevekkül ve kadere katlanma telkin edildiğini; bunun bir sömürü olduğunu ifade eder.
68 kuşağı’dan Münir Aktolga’nın annesi Muazzez Aktolga, babası hakkında; ‘Babam Kur’an’ı da okurdu, yeri geldiğinde çok sevdiği rakısını da içerdi. Hiçbirimize namaz niyaz diye de baskı yapmazdı. Bir de asri hoca tipi vardı onun.’ Muazzez Aktolga, babasının, asri hoca tipini köyde hem öğretmenlik yapan, hem imamlık yapan, rakısını ilâç gibi içen birisi olarak tanımladığını; bayramlarda köylünün kendilerine peynir şekeri denilen likör ikram ettiklerini belirten anısını aktarıyor.
Sevim Belli, ‘Evet, biz, Pire, Napoli deyip Marsilya’ya doğru yol alırken DP de iktidara doğru ilerliyordu ülkede. 14 Mart 1950 seçimlerinde CHP’yi alaşağı eder etmez ilk icraat ‘Ezan-ı Muhammedi’nin Arapça okunmasına fetva veriyordu. Ezanın Arapça okunması zamanın en ‘önemli’ politik tartışma konusu haline getirilmişti. Özünde Atatürkçülüğün, Kemalizm’in ve de laikliğin inkârı[7] anlamına geliyordu bu.’
Behice Boran, faşizmin, gericiliğin kaynağının sınıfsal –bütün burjuvazi olduğuna göre, faşizme karşı mücadele verecek ve onu geriletebilecek, giderek yok edebilecek gücünde sınıfsal olduğunu söylemektedir.
68 Kuşağı’nın dinle ilgili söylemlerinde, Marksizm’in etkisi görülür.68 Kuşağı’nın dindara ve dini eylemlere ilişkin pratikteki tavır alışları ise, dini görmezden gelme tavrı, halkı kazanmaya yönelik popülist tavır ve sınıfsal, tepkici, mücadeleci bir tavır olmuştur.”[8]
Deniz Gezmiş, Aşk, O Romen Kızı ve Mao
“Hasan Yalçın, Deniz Gezmiş’in özel değer verdiği yakın arkadaşlarındandı. Zamanın İstanbul Teknik Üniversitesi Birliği Başkanı, 68 gençlik mücadelesi önderlerinden Hasan Yalçın, 30 Nisan 1994 tarihli Aydınlık’ta yayımlanan ‘Bizim Deniz’ başlıklı yazısında, Onun Mao sevgisini anlatır. Deniz’in bir grup turistle Mao hakkında yaptığı tartışmayı Hasan Yalçın’dan dinleyelim[9]:
‘Gölgede oturup Mao ve Che Guavera kitapları okuyan o genç üniversiteliyi anımsıyor musun şimdi?
Üniversite amfileri! Deniz’in inançlı sesi midir hâlâ duvarlarınızda yankılanan? Sonra Laleli sokakları, Taksim Meydanı, Gümüşsuyu, Dolmabahçe, Beyoğlu, Samsun-Ankara yolu… Kendisinden bir saat önce rüzgârı gelen o devrimci militanı özlüyor musunuz?
Romen kızı, Romen kızı!
1967 yılında geldiği İstanbul’da, Mao’yu sevmediğini söylemek gafletinde bulunduğu için Deniz’in sevgilisi olma şansını kıl payı kaçıran o güzel Romen kızı nerelerde acaba? Hangi acılar çekmiştir? Mao’yu yeteri kadar öğrenemediği için pişman mıdır?’”[10]
68 Kuşağı’nın Batı’da Başlayışı ve Mutasyonu
Batı’da 68, neden ve nasıl başlamıştı, nasıl gelişmişti, ona bakalım önce:
“1968 Mayıs ve Haziran’ında dünyanın birçok ülkesinde gençler ayaklandı. Fransa Nanterre Üniversitesi’nde başlayan öğrenci hareketleri kısa sürede genişleyerek, işçilerin ve siyasal partilerin de katılımıyla neredeyse bir devrim hareketine dönüştü. Almanya, İtalya, İspanya, İsveç, İngiltere, Polonya, Japonya, ABD’de, Latin Amerika ülkelerinden Arjantin, Venezuela, Uruguay, Brezilya’da boykot ve işgaller, şiddet hareketleri, polis-öğrenci çatışmaları yer aldı. Yüzlerce genç tutuklandı, üniversiteler kapatıldı, kan döküldü.”[11]
Ve nedenleri:
1960 yılı kapitalizmin tökezlemeye başladığı yılların başlangıcı oldu. Emperyalizm, ‘aşırı üretim’den dolayı sıkıntıda idi artık. Bu sıkıntı, işsizliğin artıp ücretlerin düşmesi olarak yansıyordu kitlelere. Üniversite mezunları da bu işsizlikten paylarını alıyorlardı doğal olarak.
Gençler için sorun yalnızca işsizlik de değildi. Kültür emperyalizminin getirdiği olumsuzluklar da gençliği sıkıyor, isyan ettiriyordu. Amerikan kültürü, yoğun propaganda ile birlikte; üretim, ambalaj, teknoloji ve marka yoluyla tüm dünyaya kendi yaşam tarzını dayatıyordu. Müzik, giyim, eğitim ve sinema, bu dayatmaların en önemli bileşenleriydiler.
60’lı yıllarda uluslararası alanda da acımasız emperyalist sömürüye karşı uyanışlar ve başkaldırılar görülüyordu. Bu başkaldırılara, bağımsızlık ve özgürlük eylemlerine Batı, işgal ve katliamlarla karşılık veriyordu. Ancak hesaplanamayan bir şey vardı, Batı gençliği bu duruma kayıtsız değildi, isyan ediyordu.
ABD’nin Vietnam’da yaptıkları ise bardağı taşıran son damla olmuştu. Öğrenciler, Vietnam Savaşının durdurulmasını, zorunlu askerliğin kaldırılmasını istiyorlar, celp kâğıtlarını yakıyorlardı meydanlardaki kitlesel gösterilerde.
Bütün bunlara devlet terörü ile karşılık vermek istedi Batı’nın egemenleri. Gelgelelim, gözaltılar, tutuklamalar, öldürümler vız geldi gençliğe. Sökülüp atılan kaldırım taşlarıyla birlikte, “sous les pavés, la plage”, “the beach beneath the street” ya da Türkçesiyle “kaldırım taşlarının altında kumsal var” sloganı dillere düştü. Düştü çünkü, gençlik savaşa, Vietnam’a değil, kumsallara gitmek istiyordu. Kumsal ve barış özdeşleşiyordu böylece.
1968 öğrenci eylemleri komünist ve sosyalist parti güdümlü eylemler değillerdi. Bu partilerin 68 kalkışmasına çok da olumlu bakmadığı da bilinen bir gerçektir. İşçiye dayanması gereken bu partilerin bu aksi tutumuna karşın, 68 eylemlerinde işçi ve gençlik omuz omuza olmuştur.
Batı, bir süre bocaladıktan sonra, 68 hareketini çözümlerini aramaya başladı. Bir yandan kitle hareketlerini polisiye önemlerle bastırırken, bir yandan da 68 Hareketinin istemlerine uygun çözümler üreterek tansiyonu düşürdü. Nasıl çözüm? Bir örnek verelim: Fransa’da 9 milyon işçinin genel greve gitmiş, öğrencilerle birlikte sokakları işgal etmişlerdi, dönemin başbakanı tehlikenin farkında olmuş ve hemen o gece referandum kararını açıklamıştı.
Ve mutasyon:
Peki ya sonra, sonra neler oldu, o kitle nerelere savruldu ve nasıl başkalaştı? Ona da bakalım:
“’Proletarya her şeyden önce siyasal hâkimiyeti fethetmek, ulusal sınıf durumuna yükselmek, kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan ulusaldır, ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil’[12] İşçi sınıfı, kendini ulus olarak kurduğu devletin devlet gücünü (iktidarı) ele mi geçirecek? Günümüzde Minsk’in batısında bu cümleyi inançla tekrarlayacak bir solcu bulmak neredeyse imkânsızdır.
Postmodern solcular; devlet, işçi sınıfı ve ulus karşıtı olmak istemektedirler.
Avrupa solunda bazı delice akımlara daha önce de şahit olmuştuk. 1970’li yıllarda Maocular Sovyetler Birliği’ne, feministler erkeklere karşı mücadele ediyordu. 80’li yıllarda Yeşiller organik diyetten organik diyetlere geçerken, küçük burjuvalar işgal edilmiş evlere yerleştiler, yerli komünleri ve punklar köpekleriyle sokaklarda dolaşmaya başladılar.”
1990’lı yıllarda Vega[13] istilası yerine, veganların[14] istilasına uğradık bilinmeyen bir paralel evrenden transseksüeller çıkıp geliverdi, pop solcular[15] garip disko söylemi tartışmalarını başlattılar. Birisi ‘bu hafta kaç kez gender[16] yaptın?’ diye sorarken, bir başkası cinsel ilişkiyi tecavüz olarak görüyordu.
Tüm bu tarifsiz karmaşaya rağmen Heath ve Potter’ın analizleri sayesinde Yeni Sol’un kabaca bir tanımı yapılabilir. Heath ve Potter, yeni Sol ve 1968 öncesinde de var olan Eski Sol arasındaki farkı, özgürlük ve mülkiyet sorunlarında yaptıkları vurguda görmektedirler.
‘Kapitalizmde Marx’ı rahatsız eden nokta, zenginlerin hiçbir şey yapmadan otururken, tüm işleri yapanların yoksulluk içinde yaşamasıydı. Başka türlü söylemek gerekirse, onun için önemli olan sömürüydü. Sömürü, Marx’a göre mevcut ekonomik kurumlar tarafından yeniden üretiliyordu, özellikle özel mülkiyet tarafından. Sömürünün, bu kurumun ortadan kaldırılması ya da (…) reforme edilmesiyle kolayca ortadan kaldırılması mümkündü. Komünist hareketin çok açık politik hedefleri bulunmaktaydı: Özel Mülkiyetin kaldırılması ve üretim araçlarının ortaklaştırılması.’[17]
Sömürü ile beraber sömürülenler, yani işçi sınıfı da hızla 68 kuşağının ilgi odağı olmaktan çıktı. Marx için, ücretli emeğin ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması sonucu özgürleşecek işçi sınıfı, diğer tüm ezilenler de özgürleşmesini sağlayacak tek sınıftı.
Marx, işçi sınıfını sadece bir manivela olarak görse de; komünist partiler, işçileri kısmen de olsa antientelektüel bir yüceltme pratiği geliştirdiler. ‘Proletarya diktatörlüğü’ onlar tarafından her türlü sınıf egemenliğine son verilecek bir geçiş aşaması değil, sonsuzluk iddiasındaki gelişmiş bir bürokratik güç olarak görülmüştü.
İkincil çelişkilerin çözümü, bilinmeyen bir tarihe ertelendi. Sadece insanların milliyetçi ve ırkçı yaftalarla baskı altına alınması değil, kadınların ezilmesi ve insanla doğa arasındaki ilişki de (‘metabolizma’-Marx) ikinci plana atıldı.
Bu son iki nokta, Yeni Sol’un eleştirilerinin çıkış noktası oldu. Feminizm ve ekolojist hareket, teorinin kendisine değil, ama teorinin katılaşmasına getirilen temel muhalif yaklaşımlardı. Eski Sol’un proleter kültürü, yeni Sol’un genel olarak sosyal sorunlara yönelmesini önleyen bahane oldu.
Pop solcular ve eğlence gerillaları:
Genellikle zor ve nadiren başarıya ulaşan, sendika ve partilerde yürütülen geleneksel siyasi çalışmasının aksine, 68 kuşağı ve onların takipçileri ‘eğlenmenin sisteme başkaldırının en son noktası’ olduğunun propagandasını yapıyorlardı.[18] Bu düşüncenin Kanadalı yazarların ne yazık ki tanıyamadığı Alman örnekleri, ‘Eğlence Gerillası’ adlı eseri ile Fritz Teufel ve anarşist Emma Goldman’ın ‘dans edemediğim devrim, benim devrimim değildir’ sözünü benimseyen Jungle World yazarı Ivo Bozic’tir.
68 Kuşağı’nın teorisine göre devrim öncelikle bir kültür devrimi meselesiydi. Ekonomik sistemdeki değişim çok önemli değildi ve kendiliğinden ortaya çıkacaktı. 68 kuşağının Birleşik Amerikalı teorisyenlerinden Charles Reich konuyla ilgili olarak şöyle diyordu: ‘Devrim, kültürel bir devrim olmalıdır. Çünkü kültür ekonomik ve politik mekanizmayı karşılıklı etkileşim içinde kontrol etmektedir. Günümüzde mekanizma, sizin beğendiğiniz ürünleri üretmekte ve insanları bunu satın almaya zorlamaktadır. Ama eğer kültür değişirse, mekanizmanın da buna uyum sağlamaktan başka seçeneği kalmayacaktır. Benzer düşünceler Beatles tarafından ‘Revulution’ şarkılarında milyonlarca kez dillendirildi. Anayasayı ya da herhangi bir başka kurumu değiştirmeye çalışmamak gerekir, bunun yerine aklımızı özgürleştirmeliyiz (free your mind instead).”[19]
Cazim GÜRBÜZ
Kaynak: Berfin Bahar Dergisi, Haziran 2021 / 280. sayı
[1] Erol Bilbilik-9 Mart Öncesi ve Sonrasıyla 12 Mart
[2] Naki Özkan-Milliyet Pazar Mihri Belli ile Röportaj/12 Mart 2016
[3] Y.N. İrfan Solmazer, 27 Mayıs İhtilalini yapan 38 kişiden birisi. Daha sonra 13 Kasım 1960’ta Alparslan Türkeşle birlikte tasfiye edilip yurtdışına gönderilen 14 subaydan birisi. Bilbilik’le konuştuğu tarihte subay değil. Bu bombaları nereden bulup o gençlere veriyormuş ve ne amaçla veriyormuş acaba?
[4] Y.N. Orhan Kabibay da 14’lerden, Türkiye’ye döndükten sonra CHP’ye girdi ve bir dönem milletvekiliiği de yaptı.
[5] Erol Bilbilik- 9 Mart Öncesi ve Sonrasıyla 12 Mart Süreci
[6] https://www.art-izan.org/artizan-arsivi/kirkinci-yila-yanit-68-1968de-bitti-gun-zileli-kendimle-roportaj/
[7] Zülfü Livaneli gibi, dinbaz ağzıyla “Kişiler laik olmaz devlet laik olur” diyen solcular olursa, onlar da bunları yapma cüretini bulurlar (Sosyalizm Öldü mü? Adlı kitabı 69.sayfa)
[8] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/211657
[9] Doğu Perinçek-Arkadaşım Deniz Gezmiş
[10] Hasan Yalçın-68’in Sırrı
[11] Alpay Kabacalı-Türkiye’de Gençlik Hareketleri
[12] Karl Marx-Frederik Engels, Komünist Partisi Manifestosu
[13] 1960’lı yılların sonunda uzaylıların dünyayı istilasını konu eden The Invaders dizisine göndermede bulunuyor yazar.
[14] Veganlık ya da veganizm; hayvansal gıdaları, giyecekleri ve diğer tüm yan ürünleri kullanmayı reddetme. Bu akımın takipçilerine vegan denir.
[15] Solculuklarını yaptıkları müzikle dışa vuranlar
[16] Bu hafta kaç kez seks yaptın demekmiş.
[17] Joseph Heeat-Andrew Potter, Konsumrebellen. Der Mythos der Gegenkultur.
[18] Joseph Heeat-Andrew Potter (AGE)