Jön Türkler’den Kuvayı Milliye’ye, Köy Enstitüleri’nden 68 Kuşağı’na…
Cumhuriyet aydınlanmasının armağanı olan 68 kuşağının bağımsızlık sevdası yarım yüzyıldır sürüyor.
Var oluşundan yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine karşın 68 hâlâ tartışılıyor, inceleniyor, özü anlaşılmaya çalışılıyor, anılarla, yeni yeni kitaplarla, bilinmeyenleri, unutulanlarıyla zenginleşiyor…
O dönemin toplumsal kurtuluşu arayan gençleri, daha sonraki yıllarda 12 Mart 71’i hukukçu, hekim, mühendis, öğretmen, işçi örgütlerinde, “Milliyetçi Cephe” hükümetlerinin ırkçı ve dinci bağnazlıklarına, saldırılarına göğüs gererek onurla yaşadılar.
Onların çocuklarıydı 12 Eylül’de çocukluklarını yaşayamayanlar.
Onların çocuklarıydı annelerinin, babalarının o dönemlerde neler yaşadıklarını merak edenler, arayışı sürdürenler.
Yani Türkiye’mizin aydınlık geleceğiydi. Yani damar damara bağlanmıştı:
Jön Türkler’den Kuvayı Milliye’ye Köy Enstitüleri’nden 68 Kuşağı’na…
Aydınlanma birikiminin doruğa çıktığı dönemin çocuklarıydık
Temeli “tam bağımsızlık” olan, laikliği, bilimi, eşitliği, halkçılığı, demokrasiyi, temel alan 68’i küresel emperyalist politikalarla bütünleştiren değerlendirmelerin gerçeğin kirletilmesinden başka bir anlamı yoktur.
68, her şey gibi vicdanların da kirletildiği koşullarda ulusumuz için yeni bir başlangıç olan Cumhuriyet’in önemli dönemeçlerinden biridir.
68, Tevfik Fikret’in “kıran da olsa kırıl/ fakat bükülme sakın!” dizelerinde önerilen özgür ve onurlu bir yaşam özleminin “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Cumhuriyet’le taçlanmasından beri yaşadığımız gerçeklerin en önemlilerinden biridir.
Cumhuriyet, ilk yıllarındaki isyanlar, çok partili yaşam deneyleri, suikastlar gibi girişimleri pek yara almadan atlatmış ve Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra devrimci atılımlarda yaşanan duraklamaların DP iktidarı döneminde doruğa çıkmasıyla ilk kırılmasını yaşamıştı. Karşı devrimin bu ilk başarısıyla Cumhuriyetin köy enstitüleri, halkevleri gibi kurumları kapatılmıştı…
Bugünden düne, yakın geçmişimize baktığımda düşündüklerimin, düşlediklerimin, yaşadıklarımın yalnızca bana özgü bir olay olmadığını anladım. 1960’lı yılların ortalarında yüksek öğretim öğrencisi olmak büyük bir fırsattı, şanstı yoksul bir Anadolu çocuğu, genci için. Aynı dönemlerde okuyan kuşağımın çocuklarının, gençlerinin büyük çoğunluğunun fırsatıydı, şansıydı bu. Düşündüklerimizin, düşlediklerimizin, yaşadıklarımızın ülkemizle ve dünya ile buluşması da tarihin armağanı olmuştu bize. Topraklarımızdaki aydınlanma arayışının tarih içindeki bir dilimiydi. Ne şanslı bir kuşaktık ki, serpilen tohumların çiçek açtığı, ürüne döndüğü, aydınlanma birikiminin doruğa çıktığı dönemin çocuklarıydık.
Bir düşünce silsilesi içinde Anadolu’daki insanlaşma arayışı 19. yüzyıldaki öncüleri Jöntürklerden, Namık Kemallerden, Tevfik Fikretlerden, Ömer Seyfettinlerden 1908 devrimine, ardından Mustafa Kemal Atatürk’le, Kuvayı Milliye ve Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet’e evrilmişti.
Eylemlerle artan anti-emperyalist bilinç yükseliyordu
Cumhuriyet devrimleriyle özgürleşme, aydınlanma, insanlaşma savaşımının 1940’lı yılların amansız kapışmaların yaşandığı dünyasında direnen insanın çoğaltması, Yakup Kadrileri, Reşat Nurileri, Mustafa Necatileri, Nafi Atufları, Hasan-Âli Yücelleri, Tonguçları, Nâzım Hikmetleri, Sabahattin Alileri, Şevket Süreyyaları, Aybarları, Günyolları, Dağlarcaları, Ceyhun Atufları, Berkesleri, Boratavları, Boranları, Bahri Savcıları, Muammer Aksoyları, Mümtaz Soysalları, Aziz Nesinleri, Yaşar Kemalleri, İlhan Selçukları, Makalları, Talipleri, Fakirleri, Akbalları, Erdostları, Özakmanları, Emin Özdemirleri, devrimleri savunan Cumhuriyet kuşaklarını, 40 kuşağını, köy enstitülüler kuşağını yaratması, o kuşakların çocukları olan biz 68 kuşağının bir görkemli birikimin taşındığı bir kuşak olması şans değil de neydi?..
Batı’da yeni bir sol anlayış yükselirken Türkiye’de yeterli bir sosyalizm birikimi ve deneyimi olamadığı için 1940’larda, 50’lerdeki davalarda yer alan az sayıdaki “Eski Tüfek”ler öne çıkmıştı. Kökü Jön Türkler’e, İttihat ve Terakki’ye dayanmış olsa da Türkiye’de solun tarihi 1960’lara kadar TKP’nin ve TKP’deki iç çatışma ve çekişmelerinin de tarihiyle örtüşüyordu. Bu birikim, aydınlanma temelinde Kemalist değerlerle bütünleşmişti. Gençlikse kendini birdenbire eylemlerin içinde bulmuş, dünyada yankılanan sosyalizmi merak etmeye, öğrenmeye başlamıştı.
1960’ların ortasına kadar TMTF, MTTB, TMGT gibi CHP’nin denetimi altındaki örgütlenmelerde toplanan öğrenci gençlik, TİP, MDD, Yön, Devrim, Türk Solu, Ant, Aydınlık Sosyalist Dergi gibi dergiler ve Marx, Lenin, Mao’dan çevrilen kitaplardan, konferanslardan, panellerden öğrendikleriyle sosyalizme doğru akmaya başlamıştı.
Eylemlerle artan anti-emperyalist bilinç yükseliyordu.
TİP, Anayasa’nın sosyalizme açık olduğunu savunuyor, sosyalizmi kitlelere duyurmak, meşru hale getirmek için Anadolu’nun dört bir yanında baskılara karşı durmaya çalışıyor, mücadele ediyordu.
Yön dergisi, Kemalizm’le bütünleşen sosyalizm tartışmalarıyla gündemi oluşturmuş ve MDD gençliği sarıp sarmalamaya başlamıştı.
TİP’in legal çerçevede davranıp aktif gençlik eylemlerini kucaklayamaması da MDD’nin antiemperyalist geniş cephe anlayışını güçlendiriyordu…
İşte o koşullarda 1961’de Yöndergisinin çevresinde toplanan radikal solcu akımlar Türkiye’nin sorunlarını tanımlayarak onların sesli düşünülmesini sağlamıştı. Yön’den gençler çok şey öğreniyordu. Temelinde Kemalizm olan Yön ve Devrim çizgisi, Marksizm’den, Üçüncü Dünya solculuğundan, Baasçılık’tan etkilenmiş olan devrimci-devletçi-milliyetçi bir hareketti.
Bu düşünceler, kısa bir süreç sonunda önce 68 kuşağını doğurmuştu.
Hemen ardından doğan 78 Kuşağı’nın önderleri 68 kuşağının militanlarıydı.
Daha sonraki yılların Cumhuriyet Mitingleri’ndeki kitleselleşme ve Gezi direnişi de aynı amacın, aynı birikimin sonucuydu.
Bugün, yeni 68 kuşaklarına; emperyalizmin ve işbirlikçilerinin dayatmalarına direnebilecek güçlü direniş kaleleri oluşturma görevini yerine getirecek düşünsel birikime sahip kitlelere ve önderliklere ihtiyacı var ülkemizin.
Bağımsızlık sevdasının uykusuz aydınları, uykusuz gençleri
Bize “68 Kuşağı” dediler…
68 Kuşağı bir birikimdi, bir arayıştı.
68 Kuşağı, bize Cumhuriyet aydınlanmasının bir armağanıydı.
68 Kuşağı, gençliğimizin Cumhuriyet devrimlerine bir borç ödemesiydi.
68 Kuşağı, gençliğin coşkusunun, dinamizminin, yaşamı sahiplenmesinin, ütopyasının ve dünyayı fethetme isteğinin ete kemiğe bürünerek toprağımızda kök salmasının adıydı.
Bu kök salma, “çaresizliklerden çare” yaratan Kurtuluş Savaşı ve “kimsesizlerin kimsesi” olmayı amaçlayan Cumhuriyet’in önderlerinin gerçek bir yurt haline getirdiği Türkiye’de “yurttaş olma” bilincinin kuşaklardan kuşaklara geçtiğinin en büyük kanıtı olmuştu.
Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve devrimci arkadaşlarının, Nâzım Hikmet’in dediği gibi, “dağlarda tek tek ateşler” yakarak kazandırdıkları zaferden sonra oluşturduğu yapılanmayla doğan ilk kuşak Cumhuriyet çocukları, 1940 kuşağını ve köy enstitülüler kuşağını yaratarak anlamlı bir sınav vermişti.
Bu sınav, kurtarıcı ve kurucu önderin ölümünden sonra ülkemizi yönetenlerin II. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasındaki soğuk savaş yıllarında dünyada yaşananlar ışığında devrimleri sürekli kılmakla devrimci politikalardan vazgeçmek arasındaki ve bağımsızlıkçı, onurlu politikayı sürdürmekle Amerikan emperyalizminin kurmak istediği Yeni Düzen’e boyun eğmek arasındaki kararsızlık ve çatışma döneminde Cumhuriyet’in yılmaz savunucusu olunarak verilmişti.
Bu sınav, o yıllarda, bağımsızlıkçı ilkelerden vazgeçerek emperyalizmden yana politikalar izleyen iktidarların olanca baskısına ve kahrına karşın Cumhuriyeti korumak için kurucu önderin örnek alınan kararlılığı ile mücadele edilerek verilmişti.
Cumhuriyet’in ilkelerini, bağımsızlığı, laikliği, yurt sevgisini öne alan bir yaşam biçimi anlayışının topraklarımızda yeşermesiydi bu kuşaklar.
68 Kuşağı, 1940’lı yılların ortalarından itibaren emeklemeye başlayan Cumhuriyet’in emanetçisi bebeklerin, bu aydınlık ufuklarda büyüyüp gençliğe adım atmalarıyla ortaya çıkan ve artık başka bir dünya arayışıyla ülkemizi emperyalist bağımlılık ilişkilerine ve emperyalist borç batağına sürüklemeyi tercih eden işbirlikçi politikalara karşı bağımsızlığın direniş mevzisi olmasıydı.
Asıl ilke “Anti-Emperyalizm” idi
Soğuk savaşın amansızca sürdürüldüğü 1950’li yılların sonunda, “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı?” gibi marşlarla ifade edilen bir kalabalıklaşma, dayanışma ve mücadele dalgası 27 Mayıs Devrimi’ni doğurmuştu.
1960’taki 27 Mayıs Devrimi, bu kuşakların mücadelesinin yansıdığı önemli bir atılım olarak özgürlük ve bağımsızlık yolundaki gençliğin mücadelesine yeni ufuklar, yeni aydınlıklar açmıştı.
Ülkemizin aydınlık ufuklarında, bu aydınlıklarda boy veren kardelenler olarak, bu ufukların özgür ve dayanışmacı turnaları olarak gökyüzünü fethetme sevdasıyla doğduk.
Kuşağımız, önderleriyle büyüyen ve gençliği sarmakla kalmayıp toplumun tümünü kucaklayan bir sevdaya dönüştü.
“Neydi bu sevda, neydi 68 Kuşağını yaratan koşullar?” sorusunun karşılığının, o dönemin; “Kahrolsun Emperyalizm, Bağımsız Türkiye, Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye, NATO’ya Hayır, Amerikan Üslerine Hayır, Kahrolsun Emperyalizm ve Yerli İşbirlikçileri, Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi, Atatürk Geliyor” gibi sloganlarında verilmiş olduğunu söylemek yeterlidir.
Bu sloganların başında “Tam Bağımsızlık” geliyordu.
Asıl ilke “Anti-Emperyalizm” idi.
Daha sonra başka başka gruplara savrulan bu coşkun dalganın ortak damarı “Tam bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganıydı.
Başkaldırının adı: 68
II. Dünya Savaşı’ndan en az zararla çıkan Amerikan emperyalizmi dünyanın dört bir yanına ahtapot kollarını uzatmıştı. Soğuk savaş politikalarıyla komünizm hayaletine açılan savaşla baskı ve zulüm sol düşünceye karşı barbarlığa dönüşmüş, bağnazlığı çoğaltmıştı dünyada. Ama dünyanın dört bir yanından da çoban ateşleri gibi emperyalizme karşı mücadele yangınları da başlatılmıştı. Afrika’nın dört bir yanı, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, Afrika, Ortadoğu, Filistin kaynıyordu.
Amerikalı gençler, 1960’lı yılların başında yaşadıkları toplumun Batı dünyasına örnek gösterilen “Amerikan rüyası” olmadığını anladılar. Bir Siyahın okula alınmaması, Siyahlar ve beyazlar için ayrı barlar, parklar olması kabul edilemezdi. Irkçılığa karşı yükselttiği seslere karşılık olarak cop, yangın bombası, gözaltı görünce ABD gerçeğini öğrendiler. Önce ırkçılığa, sonra Amerika’nın dünyada sürdürdüğü savaşlara karşı çıkan gençlerin üniversite yerleşkelerindeki seslenişlerinin engellenmesi, onlarda iktidara meydan okuma, başkaldırma ruhunu doğurdu. Siyahların öncülüğünde 1962’de kurulan Demokratik Toplum İçin Öğrenci Derneği üniversite yerleşkelerinde başkaldıran gençleri kucaklayarak emperyalizme karşı mücadele ile birleşti.
68, dünyayı sararak etkileyen özgürlük arayışı dalgasının, bir başkaldırının simgeleşmiş adı oldu.
68 yaşanmaya başladığında ülkemizde devrimle karşı devrim savaşıyordu ve karşı devrime “dur” demek için gençlik ayağa kalkmıştı.
Gençliğimiz hiç de Avrupa, Amerika gençliğinden geri kalmadığını kanıtladı. Hatta Batı 68’liliğinin “savaşma seviş” sloganını da tersyüz etti. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan aldığı esinle ve Vietnam, Filistin direnişlerinde simgelenen antiemperyalist özle başkaldırmayı kararlılık, kitlesellik, dayanışma ve coşkuyla başardı.
“Amerikan 6. Filosu”nun bir daha yıllarca denizlerimize gelememesi, sözde “Barış Gönüllüleri”nin toprağımızdan kovulması, ulusal değerlerimizin sahiplenilmesi, bağımsızlık bilincinin yükselmesi bu dönemin yadsınamaz zaferlerindendi.
Tarihinin köklerindeki toplumsal dinamikle bütünleşmeyi başaran 68 Kuşağı, bugünün dünyasında yaşanan sorunlara ve ülkemizin getirildiği yere bakıldığında haklı olmanın kıvancını yaşamayı hak etmektedir.
Dünyanın en gericisi olan emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı mücadele etmenin erdemiyle dolu olmanın ne büyük bir kıvanç olduğunu kim yadsıyabilir?
Bugünün küreselleşen dünyasında Amerikan emperyalizminin, en gerici işbirlikçileriyle birlikte tıpkı 68 kuşağının doğduğu dönemdeki gibi, dünyanın dört bir yanını, en yakın tarihte Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi kana ve ateşe boğduğu koşullarda “68 kuşağı ne kadar doğru davranmış” denmesinin bir gurur kaynağı olduğunu söylemekten daha doğal ne vardır?
Ne mutlu bu ülkeye ki 68 kuşağını; tarihinden aldığı güçle en karanlık dönemlerde bile bağımsızlık ateşlerini tutuşturmayı bilen kuşakları doğurmuş.
Ne mutlu bu ülkeye ki, Şükran Kurdakul’un, “Biz ki acılar döneminden/ Ellerimizi kirletmeden geçtik” dizelerindeki gibi haykıran kuşaklar yetiştirmiş.
Bugün o kuşakların genlerini taşıyan, antiemperyalist savaşımı sürdürecek birikime sahip olmanın kıvancını taşıyoruz.
Bu birikim, ülkemizin dört bir yanında çoban ateşlerini yakıyor.
68 ne mi?
1960’lı yılların dünyasında Avrupa, Amerika, Afrika, Güneydoğu Asya, Latin Amerika kaynıyordu. ABD’de ve birçok kapitalist Batı ülkesinde de özgürlük istemiyle, sistem ve savaş karşıtı akımlar çıkmaya başladı. 1965 yılında ABD’nin Vietnam’a asker göndermesini protesto eden dünya gençlerinin sesi büyüdükçe büyüdü. Dünyanın her yerinde ABD’nin Vietnam’a müdahalesi büyük gösterilerle protesto edildi. Fransa’daki Sorbonne Üniversitesinde öğrenci isyanı başladı. Che Guavera’nın 9 Ekim 1967’de öldürülmesi protestoları bir dalgaya dönüştürdü. ABD’de Vietnam Savaşını kınayan, askere gitmeyeceğini söyleyenler çığ gibi büyüdü. Gençliğin bir “aydınlanma” ve “aydın” hareketi olan 68, dünyanın dört bir yanında devlet otoritelerini zor durumlara düşürdü.
Batı Avrupa ve ABD’de farklı, Latin Amerika, Ortadoğu, Güneydoğu Asya ve Afrika’nın “Üçüncü Dünya” ülkelerinde farklı olmak üzere 68’ler yaşanırken Doğu Avrupa’da Polonya’daki işçi ayaklanması, Çekoslovakya’daki “Prag Baharı” ve Çin’deki “Kültür Devrimi” ile “Sosyalist Dünya”da da eski sola karşı da bir isyan olan 68 yaşandı.
68, ABD’de Hippilerin “savaşma seviş” şarkılarıyla dünyanın birçok ülkesinde sömürgeci güçlere karşı sürdürülen mücadelelerdeki “silahlı devrim” şarkıları ve özgürlük çığlıklarının iç içe, yan yana duyulduğu, dünyayı sallayan bir başkaldırıydı. Türkiye’de, II. Dünya Savaşı sonrasının başkaldıran kuşağının, sömürüye ve adaletsizliğe karşı estirdiği bir rüzgâr olan 68, bütün ülkelerde olduğu gibi, öğrenci aydınların öncülüğünde yükseldi.
Türkiye’de devrimci öğrenci aydın hareketi, 1970’lere dünyadaki oluşumlar ve ülkedeki gerçeklikler ışığında kendi içinde yoğunlaşan “devrim stratejisi” tartışmaları ile girerken, giderek daha organize ve saldırgan olan “karşıdevrim” militanlarıyla şiddetlenen bir mücadele vermekteydi.
68, olanaksızı isteyen bir kuşağın olanaksıza ulaşma düşlerinin devam etmesiydi.
Gençliğe duyulan bir özlem ya da abartılmış bir efsane değildi; gençliğin dünyayı değiştirme ruhuyla sürdürdüğü bir uzun yürüyüşüydü.
“Bir gün mutlaka” özgürlüğe ulaşılacağı düşünün devam etmesiydi.
68, bir yürek yangınıydı; bağımsızlık ve özgürlük sevdasıydı; tıpkı Cumhuriyet devrimleri, köy enstitüleri, 40 kuşağı, halkevleri gibi Cumhuriyet’in ve bağımsızlığın simgesiydi.
68, “Filipin tipi”, “cici demokrasi”ye karşı, en geniş özgürlüklerden yana olan bir demokrasi arayışıydı.
68, bir isyan hareketinden önce bir halka gitme, halkla bütünleşme arayışıydı.
68i, kendisini gerçek kılan kararlı bir halk sevgisi ve özveri ruhuydu. İnsan sevgisi, hümanizm dolu, antiemperyalist, demokratik, otoriteye karşı bir başkaldırı olan ve soğuk savaş yıllarından sonra “yarım kalmış devrim” denilen 68, insanlığın bir arayışı, bir deneyim kaynağı olarak gibi efsaneleşmişti.
Enver Gökçe, o dönemin devrimci dergisi Türk Solu’nda (28 Ocak 1969) “İkinci Milli Kurtuluş Türküsü” şiiriyle selamladı 68 kuşağını:
“Zalım/ Hemi de kötü dinli gâvur/ Nasıl da bağdaş kurmuş toprağıma/ Gülümü harmanımı savurur!/ Kara gözlerini sevdiğim oğlan,/ Bize oldu olan/ Topla Antep’i Çukurova’yı/ İzmir’i, Urfa’yı, Konya’yı/ Haydi ha!/ Ne durursun Munzur!/ Engini de deli gönül engini/ Kutlayalım şol kurtuluş cengini/ Hayını, kompradoru, pezevengini/ Vur kara yeğenim vur!”
İzmir’in içinde Amerikan neferi / Yiğit olan evinde duramaz gayrı
Cumhuriyet’in yarattığı çağdaş eğitim kurumlarından yetişerek özgürleşen ilk Cumhuriyet aydınları, daha gençliklerindeyken şaşkınlığa düştüler. Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemiz yeni bir yol ayrımına getirilmişti ve savaş sonundan (1945) beri kurulmakta olan ve çocukken, gençken buluştukları düzenin, kendilerini yemek istediğini gördüler.
“Kırk Kuşağı”nın ve köy enstitülerinden yetişen aydın kuşakların yarattığı coşku, 1950’de iktidara gelen DP’nin baskıcı, ABD bağımlısı, antidemokratik, özgürlük düşmanı politika ve uygulamalarıyla karşı karşıya geldi. Direndiler. Onların direnişleri sonucu doğan 27 Mayıs’ın 1960’ın çocukları 1961 Anayasası’nın özgürlükçü temelinde büyümeye başladı…
Büyüyen 68 kuşağıydı, bizdik…
68 kuşağından olmak, -günümüzde ünlenmiş olan kimileri adını kirletse de- insanı onur ve kıvançla dolduran bir kimlik oldu.
68 kuşağındandık…
II. Dünya Savaşından güçlü çıkıp yirmi yıl içinde dünyanın efendiliğine soyunan ve her kıtayı kana ve ateşe boğan, ülkemize de yerleşmeye başlayan ABD’ye karşı antiemperyalist bir savaşımın içindeydik. Derdimiz “Bağımsız Türkiye” idi; “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye…”
Bir yandan komando kamplarında, tarikat yuvalarında eğitilen sağcı militanların, bir yandan da bizi düşman belleyen polislerin saldırılarıyla karşı karşıyaydık. “Kanlı Pazar”ları yaşıyor, “6. Filo”yu protesto mitinglerinde dayaklar yiyorduk. Şükran Kurdakul, “İzmir’in İçinde Amerikan Neferi” adlı şiirinin sonunda şöyle diyordu:
“İzmir’in içinde Amerikan neferi/ Anaa, Kordon’da geziyor, bayrak yırtıyor./ Anaa, yargılanmıyor adam öldürdüğü halde./ Bre dostlar, elimiz böğrümüzde kalıyor/ Nerde Redd-i İlhak, Hasan Tahsin nerede?/ İzmir’in içinde Amerikan neferi/ Yiğit olan evinde duramaz gayrı…”
İnançlıydık, kararlıydık ve devrimi öğreniyorduk
Kurşunlanıyor, bıçaklanıyor, bombalanıyor, dövülüyor, sövülüyorduk. Gözaltının, tutuklanmanın ne olduğunu öğreniyor, karakolları, işkenceleri hapishaneleri tanımaya başlıyorduk…
Kalabalıktık, coşkuluyduk, yiğittik, inançlıydık, kararlıydık ve devrimi öğreniyorduk…
Kuşağımızın karşısında, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi (AP) vardı. Meclis çoğunluğuna sahip AP, gençliğin, 68 Kuşağı olacak olan biz gençliğin düşmanıydı. Amerikancı politikalarla dış borç tuzağını derinleştiriyor, işbirlikçiliğiyle ülkeyi yabancı sermayeye peşkeş çekiyordu. Özgürlük düşmanı karakteriyle bir yandan kuran kurslarıyla, imam hatip okullarıyla ve tarikat kamplarıyla dinci; bir yandan da “Bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek komando kamplarıyla ırkçı bağnazlıkları okşayıp besliyordu. Vahşi ve çarpık kapitalizmin ve feodal toprak ağalarının güçlenmesi doğrultusunda adımlar atıyordu.
Dönemin ikinci büyük partisi, Bülent Ecevit’in önderliğindeki CHP; “Ortanın solu, Bu düzen değişmelidir, Toprak işleyenin su kullananın, İnsanca hakça bir düzen” sloganlarıyla AP’nin politikalarına karşı çıkmaya başlamıştı. 13 Şubat 1961’de TİP kurulmuş ve 15 milletvekiliyle parlamentoya girmişti. 8 Temmuz 1965’te kurulan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Anadolu’ya yayılmış, 13 Şubat 1967’de DİSK kurulmuştu. Ağaoğlu, Anadolu, Ataç, Bilim ve Sosyalizm, Çan, de, Gün, Habora, İzlem, May, Ser, Toplum, Payel, Sol, Sosyal, Varlık gibi yayınevleri öğrenmeye başladığımız sosyalizmle ve dünyada olan bitenle ilgili kitapları yayımlamaya başlamıştı.
“Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” sloganıyla; yeni tanıştığımız Nâzım Hikmet’in şiirleriyle coşuyor, Ahmed Arif’in şiirleriyle derdimiz olan Anadolu’yla kucaklaşıyorduk. Ahmed Arif’in 1968’de yayımlanan Hasretinden Prangalar Eskittim kitabındaki şiirleri çarpmıştı bizi. Nâzım Hikmet okyanusuna yeni yeni dalan bizler, Nâzım Hikmet’le kucaklaşırken bir de Ahmed Arif fırtınasına tutulmuştuk. “Terketmedi sevdan beni,/ Aç kaldım, susuz kaldım,/ Hayın, karanlıktı gece,/ Can garip, can suskun,/ Can paramparça…/ Ve ellerim, kelepçede,/ Tütünsüz uykusuz kaldım,/ Terketmedi sevdan beni…” diyen bu fırtına yaşadığımız günlere öylesine denk düşüyordu ki.
Amerikan 6. Filosu’nun onur kırıcı ziyaretleri
68 Kuşağı, durup dururken doğmamıştı elbette. Kuşağı oluşturan gençler, ülkede ve dünyada yaşanan olayların odağında biçimlenip bilinçlendiler. Soğuk savaş politikalarına karşın dünyanın dört bir yanında bağımsızlık ve özgürlük savaşımları başlamıştı. Afrika’nın köşelerinden savaşımın bayrağı haline gelen Vietnam’a, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar dünya halkları ABD emperyalizmine karşı özgürlük bayrakları açmıştı. Dünyanın dört bir yanında mazlum halkları destekleyen kampanyalar başlatılmıştı ve özgür Türk gençliğinin bu gelişmenin dışında kalması düşünülemezdi.
Bu koşullarda, 1960’lı yılların başında kitlesel bilinçlenmenin ilk adımları atılmaya başlanmıştı. DP diktatörlüğüne karşı gelişen özgürlük mücadelesi sonucunda gerçekleşen 27 Mayıs 1960 Devrimi ve 1961 Anayasası ile özgürlük solunmaya başlandı ülkemizde. Bu ortamda ülke sorunları Cumhuriyet Devrimi kazanımlarının bir bir elden gittiği bir tablo çıkardı karşımıza.
Bu tabloda, Nâzım Hikmet’in “kara kuvvet” dediği gericiliğin şahlandırıldığı, ülkenin tarikatlara terk edilmeye başlanması gibi bir büyük sorun görülüyordu. Bu tabloda özgür düşünceye karşı kışkırtılarak kamplarda beslenen dinci ve ırkçı militanların saldırıları vardı. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği, özel eğitim, “barış gönüllüleri”, okulsuzluk, öğretmensizlik gibi eğitimle ilgili sorunlar eklenmişti bu tabloya. Montaj sanayiyle, işbirlikçilikle, çarpık kentleşmeyle gelen bir yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik kök salmıştı çağdaşlaşma yolundaki toplumumuza. Amerikan 6. Filosu’nun onur kırıcı ziyaretleri görülüyordu bu tabloda…
68, aynı zamanda bir inattı
68, “tam bağımsızlığı” temel alan Cumhuriyet devriminin, Cumhuriyetin ilk devrimci kuşağının yetiştirdiği öğrencilerin yurdu sahiplenmesiyle sürdürdüğü bir sevda idi. Cumhuriyetin hümanist, özgürlükçü düşünsel temellerinde yükselen bu sevda, emperyalist işbirlikçilerin ırkçı-dinci bağnazlıklarının saldırılarıyla bunaltılıp 12 Mart’la kırıldı. 12 Eylül’se emperyalizmin “böl ve yönet” tuzağına düşmüş, değerlerine kafası bulanmış, sindirilmiş olan yurtseverlik sevdasına vurulan daha zalim bir darbeydi. Bu dönemde Türk Dil ve Tarih kurumlarının yanı sıra Cumhuriyet’in emanet edildiği gençliği var edecek olan öğretmen yetiştiren kurumlar da yok edildi. Kısacası, 1923 Cumhuriyeti 1950’de ilk kez kırıldıktan sonra sürekli kırıldı.
68 Kuşağı bu kırılmalara karşı ilk ve en kitlesel direnişin adıydı. 68, aynı zamanda bir inattı. “Sorumluyum ben çağımdan/ Düz ovamdan dik dağımdan/ Sömürgeni toprağımdan/ Sürene dek yazacağım…” diyen Âşık İhsani’nin türküsündeki gibi…
68, bağımsızlık ve demokrasi temelinde yükselen, doğru eylemleri halkın özlemleriyle bütünleşen ve desteğini alan, bireysel değil kitlesel olan bir kahramanlıktı.
68, bağımsızlık sevdasının uykusuz aydınları, uykusuz gençleriydi.
2000’ler dünyasındaki emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni, Büyük Ortadoğu Projesi, ulus devletlerin çökertilmesi, tüm dünyanın sömürgeleştirilmesi politikalarına karşı durmak için dünya yeni 68’leri beklediği sürece 68’liler hep var olacak; hep var olmak zorunda çünkü. Bağımsızlık sevdası var olduğu sürece bizim 68’imiz de var olacak; var olmak zorunda çünkü…
Yaşarken efsane olmuş bir 68’li Deniz Gezmiş ve 6 Mayıs
Saçlarımı ve yeni terleyen bıyıklarımı zorla kesmişlerdi, hiç unutmam…
21 yaşındaydım, Mamak’ta; adı o günlerde ünlenmeye başlayan ve daha sonraki yıllarda ülkemiz siyasal tarihinde önemli bir yer haline gelecek olan Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’ndeydim. Dev-Genç davasının sanıklarındandım.
Mamak, okul olmuştu bize; komün yaşamında özgürleşiyor ve hapisliğin genç yüreklerimize verebileceği sıkıntılardan kurtarıyorduk kendimizi; kitaplar okuyor, tartışarak öğreniyorduk.
Dışarıdan hep kötü haberler geliyordu: “Balyoz” operasyonları, “Fırtına” tatbikatları, anayasaya şal örtmeler, sayın muhbir vatandaşların yüceltilmesi, toplu gözaltılar, yeni yakalananlar, öldürülenler, işkence görenler… Bir yandan da Dev-Genç davasında yargılanmamız sürüyordu… 1971’de Dev-Genç’in yöneticilerinden, militanlarından tutuklananlar için Ankara’da 256 sanıklı dava Ankara 1 numaralı askeri mahkemesinde Şubat 1972’de 28. Tümen Kışlası’nın duruşma salonu haline getirilmiş bir barakasında görülmeye başlandı.
Birinci Koğuştaydık; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6.-7. koğuşlar denilen hücrelerdeydiler; zaman zaman koğuşları geziyorlardı. Deniz Gezmiş, 68’in yaratıcılarından bir öğrenci temsilcisi olarak adını duyurmuş ve 68 gençliğinin önderi olmaya başlamıştı. Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) deyince o akla gelirdi, TİP Üsküdar ilçe sekreterliği yapmıştı. 68’in yaşarken efsane olan devrimcisiydi. Onu, daha önce SBF ve Hukuk fakültelerinin, ODTÜ’nün bahçelerinde, yurtlarında, kantinlerinde görmüştüm ama yakından görmenin, onunla konuşmanın mutluluğunu yaşamıştım Mamak’ta. Yargılamaları sürüyordu ve tıpkı dışarıdaki günlerindeki gibi, yakalandığı zamandaki gibi, mahkemede ve cezaevinde de öfkesini, cesaretini, gülüşünü sürdürüyordu o.
Sonradan AP milletvekili olan Ali Elverdi başkanlığındaki mahkeme THKO davasından yargılanan Deniz Gezmiş ve birçok arkadaşına idam cezası vermişti. Kalem kırılmıştı…
Huzursuzduk; Askeri Yargıtay Deniz Gezmiş’le Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam cezasını onaylamıştı ve o günden sonra hücre kapılarını yalnızca bir kez açtılar onların; veda ziyaretleri için.
Olağanüstü günlerdi; 68’in devrimci gençlerinin kurduğu çeşitli örgütler Denizlerin idamını önlemek için eylemler yapıyordu; protesto gösterileri, uçak kaçırmalar, rehin almalar, suikastlar…
Nihat Erim hükümeti kendi gençliğine savaş açmıştı ve eylemler acımasızca bastırılıyordu; CHP’nin meclisteki ve Anayasa Mahkemesindeki girişimleri de sonuçsuz kalmıştı; “Üçe üç!” diyorlardı, Adnan Mendereslerin intikamını almaya yemin etmişlerdi ve idamların günü yaklaşıyordu. “…Günler ağır, günler ölüm haberleriyle” geçiyordu… 30 Mart 1972’de Kızıldere’de Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp’in öldürüldüğünü gazetelerden öğrendik.
Yediğimiz büyük bir darbeydi, kahrolmuştuk… İdamların eli kulağındaydı, uykularımız bölük bölüktü; gerilimliydik, öfkeliydik, çaresizdik…
5 Mayıs’ı, 6 Mayıs’a bağlayan geceydi; gürültülerle kalktık ayağa, tetikteydik zaten. Denizleri götürüyorlardı Mamak’tan; bağırmaktan, vurup kırmaktan, koğuşumuzu işgal etmekten, ranzaları barikat yapmaktan başka ne gelirdi ki elimizden? Sabaha kadar dayak yedik, koğuşa atılan gaz bombasının yaktığı ve görmez ettiği gözlerimiz yanarken aslında içimiz kavruluyordu. Canımız acıyordu, ama dayaktan değil çaresizlikten. Ulucanlar Cezaevine götürmüşlerdi Denizleri ve asmışlardı… “…Açıyordu ilkyazın çiçekleri/ Üç dağı devirdiler dumanlı Ankara’da…”
Mamak’tan çıktım; Deniz’lerin hüznüyle, anılarıyla. 12 Mart’tan çıktık, hüzünlerimizi bağrımıza basarak. Bizim Dev-Genç davasında da cezalar yağdırılmış, 5,5 yıl ceza almıştım, dava Yargıtay’daydı. Sonrasında 12 Eylül’le noktalanan bir coşku dalgası yaşadık; yine kalabalıklaştık. Ama biz bölünerek çoğalırken düzenin beslediği ırkçı ve dinci bağnazlık egemenliğini pekiştirdi.
Direndik; savunmasında “…Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk, varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik… Bizim düşmanlarımız Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir…” (THKO Savunma, s. 11) diyen Denizler, bu direnmemizin simgelerinden oldular…
Can Yücel’in dediği gibi:
“En uzun koşuysa elbet/ Türkiye’de de Devrim/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez luverin namlusundan fırlayarak…/ En hızlısıydı hepimizin,/ En önce göğüsledi ipi…/ Acıyorsam sana anam avradım olsun/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.”
Öner YAĞCI
(Yakında yayımlanacak “68: Doğuş ve Arayış” adlı kitabımın girişinden özetlenmiştir.)