1938’deki tutukluğunu izleyen süreçlerde Türk edebiyatının Nâzım Hikmet’ten yoksun kaldığını söylemek sanıyorum ki abartı olmayacaktır.
Nitekim 1936’da Şeyh Bedreddin Destanı’nın yayınlanışı sonrasında tam 29 yıl kendi ülkesi Türkiye’de tek satırı yayınlanmamış, yayınlanmaları yasaklanmış, bulundurulmaları suç sayılmış, bununla da kalınmayarak kişiliği ve eserleri alçakça saldırı ve iftiraların hedefi durumunu getirilmiştir.
Bütün bu 29 yıl süresince, sadece geniş okur kitleleri değil, istisna sayılması gereken durumlar dışında, çağdaş Türk edebiyatı da Nâzım Hikmet’in yapıtlarının yönlendirici ve esinleyici etkilerinden yoksun bırakılmıştır.
Bu satırların yazarı olarak bu konuda kendi kişisel deneyimimden söz edecek olursam, 1950’li yılların sonlarındaki lise öğrenciliğimde, değerli bir öğretmenimin yönlendirmesiyle, şiirlerinin “legal” olarak bulunabildiği tek yapıt olan Orhan Burian’ın hazırladığı “Kurtuluştan Sonrakiler” adlı şiir seçkisini Ankara’da Milli Kütüphane’de bulup okumuş, fakat bu birkaç şiirden de Nâzım Hikmet şiiri konusunda yeterli bilgi ve duygulanımı elde edememiştim.
Nâzım Hikmet’in bizim edebiyatımız bakımından yeniden doğuşu, ancak 1963’teki ölümü sonrasında, önce YÖN dergisinde birkaç şiirinin yayınlanışı, ardından Bilgi Yayınevi’nce “Kuvayı Milliye Destanı”nın basılış ve ardı sırada bütün yapıtlarının yayınlanmasıyladır.
“Bizim edebiyatımız bakımından” demem boşuna değil… Çünkü gerek hapiste olduğu yıllarda, gerekse 1950’de yurt dışına çıkışını izleyen süreçlerde, yapıtları dünya dillerine çevrilmiş, bütün bu dillerin konuşulduğu ülkelerde sevgi ve hayranlık uyandırmıştır.
Türkiye’de Yasak
Nâzım Hikmet, “Otobiyografi”sinde bu acı olgudan acı bir dille söz ederek şöyle demektedir:
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’de Türkçem’le yasak…”
Burada “şiirlerim” yerine “yazılarım” sözcüğünün kullanılmasındaki alçak gönüllüğe ayrıca dikkat çekmek isterim.
Vera Tulyakova’nın -dilimize çevirdiğim- anılarından, şair olarak böbürlenen birine Nâzım Hikmet’in aşağı yukarı şu sözleri söylediğini öğrenmiştim: “Şairlik büyük bir şeydir. Bizde insanın kendisinden şairim diye söz etmesi ayıp karşılanır…”
Günümüzde şairler bu konuda nasıl bir tavır içindedirler, bilemem… Fakat bu sözler beni etkilemiş ve düşündürmüştür…
Tıpkı onun büyük şiiri gibi…
1960’tan 1970’e kadar, 1968’i kapsayarak on yıl, ülkemiz bakımından nasıl bir milatsa, Nâzım Hikmet’in şiirlerinin yeniden yayınlanışı da edebiyatımız bakımından böyle bir milat olmuştur…
1920’lerdeki özgür koşuk devriminin ürünleri olan “Güneşi İçenlerin Türküsü”, “Bahri Hazer”, “Orkestra” vb. şiirler; onları izleyen şiir – anlatı türündeki “Taranta Babuya Mektuplar”, “benerci Kendini Niçin Öldürdü”, “Jokond ile Siyau”, içerikte de biçimde de büyük bir başka devrimin yolunu açan “Şeyh Bedreddin Destanı”, cezaevi lirikleri, dünya ölçüsünde bir şiir-roman olan “Memleketimden İnsan Manzalaraları”, 1950’lerden başlayarak ölümüne kadar yazdığı sayısız şiir edebiyatımızı tepeden tırnağa bir kez daha etkilemiş ve Nâzım Hikmet şiiri toplumcu-devrimci-lirik-epik Türk şiirinin en yaratıcı esin kaynağı olarak çağdaş edebiyatımızdaki seçkin yerini almıştır.
68 kuşağının devrimci coşkusunda, yurt sevgisinde ve enternasyonalist duyarlılığında; yaşama, topluma, aşka, kavgaya, insan yaşamını ilgilendiren her konuya bakışında bu şiirin büyük, yönlendirici ve günümüzde de her yeni kuşak üzerinde sürmekte olan etkisi tartışmasızdır…
Ataol BEHRAMOĞLU
Kaynak: İç Manzaralar, “Bir Rüzgarın Arkeolojik Kazısı”, 8 Mayıs 2008, s.29.