SUNUŞ
Abdullah Nihat Yılmaz, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de öldürülen Nihat Yılmaz’ın kardeşidir.
2020 yılının son günü (31 Aralık), uzun yıllardır yaşadığı Londra’da corona’dan yaşamını yitiren ve asıl adı Abdullah olan Yılmaz, 12 Mart döneminde THKP-C Davasında, Ünye Radar Üssünden İngiliz teknisyenlerin kaçırılması olayı ile ilgili olarak kendisi de tutuklanıp yargılanmış; 1974’teki Af Yasası ile özgürlüğüne kavuşmuştu. Yılmaz, Talat Aydemir liderliğindeki 21 Mayıs (1963) askeri hareketine katıldığı için ordudan atılmış; 1967-71 arasında TRT’de programcı olarak çalışmıştı.
1975’ten sonra sendikacılık ve yazarlık yapan Yılmaz, 12 Eylül’den sonra, 1981’de, ölünceye kadar yaşayacağı İngiltere’ye siyasi sığınmacı olarak gitmişti.
1975’ten sonraki yazarlık ve gazetecilik yıllarında adına Kızıldere’de öldürülen ağabeyi Nihat’ın (Yılmaz) adını da ekleyen Abdullah Yılmaz, daha THKP-C Davasından tutuklu olduğu yıllardan başlayarak, içinde Mahir Çayan’ın da olduğu 10 devrimci ile 2 İngiliz ve 1 Kanadalı teknisyenin öldürüldüğü Kızıldere Askeri Operasyonu konusunda araştırma yapmaya başlamıştı.
Abdullah Nihat Yılmaz’ın Kızıldere Katliamı konusundaki araştırmalarının odağını, askeri birliklerin kuşattığı köy evinde öldürülmeden ele geçirilmeleri mümkünken, İngiliz ve Kanadalı teknisyenler de dâhil evdekilerin roket atarlarla imha edilmesi olayının kararını kimin ya da kimlerin verdiği oluşturuyordu.
Kızıldere Katliamı’nın 49’uncu yılında, Abdullah Nihat Yılmaz’ın, 7 Ocak 2007’de Londra’da Türkçe konuşan topluma hizmet veren Türk Eğitim Birliği’nin düzenlediği toplantıda konuya ilişkin yaptığı konuşmayı yayınlıyoruz. Yazı, bu konferansı dinleyen Muharrem Aslan’ın tuttuğu notların, Abdullah Nihat Yılmaz tarafından gözden geçirilip onaylanmış metninden oluşmaktadır.
Yazıyı 68 Arşivi’ne, 68’liler Birliği eski yöneticilerinden, 12 Mart tutuklusu ve 1972-73’te Abdullah Yılmaz Nihat Yılmaz ile İstanbul Selimiye Askeri Cezaevinde koğuş arkadaşlığı yapmış Arslan Kılıç ulaştırdı. Ona da mektuplaşmalarından birinde Abdullah Nihat Yılmaz göndermiş. İyi okumalar…
KIZILDERE GERÇEĞİ
Abdullah Nihat Yılmaz: Kızıldere’deki Katliamı Ortaya Çıkarmak Bir Borç…
Burada bir başkasının yaptığı araştırmayı sunmayacağım, çünkü olayın büyük bir bölümünün tanığıyım. Eksik kalanları da süreç içinde araştırdım.
Söyleyeceklerim, şimdiye kadar söylenenlerin ve sözde belgeselcilerin ortaya koyduğuyla taban tabana zıttır. Bu araştırmayı yapmış olmamın sebebi, öldürülenlerin içinde sadece ağabeyimin de* bulunması değildir. Yapılan katliamı açığa çıkartarak insanlığın önüne koymayı bir borç biliyorum.
Kızıldere katliamının amacı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesini engellemeye yönelik bir eylemi etkisiz kılmaya indirgenemez. Evet, katliamın amaçları konusunda doğrulardan biri budur, ama tamamı değildir.
Bir kere şunu belirtelim. Kızıldere’ye varan eylemler zinciri içinde THKP-C’nin kendi programı ve bu program doğrultusunda yapacağı açılımlar da vardı.
Mahir’lerin hapishaneden kaçışı…
25 Kasım 1971 Kartal Maltepe firarlarından bir buçuk ay kadar önce, Mahir Çayan, Ziya Yılmaz, Ulaş Bardakçı, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın firar edeceğinden haberim vardı. Çünkü soyadım tuttuğu için, Ankara’daki arkadaşlar adına, Maltepe Askeri Cezaevinde bulunan amcamın oğlu Ziya Yılmaz’la görüşebiliyordum. Hapishane görüşmelerimin sonucunu, İstanbul grubundaki arkadaşların sözcüsüne de anlatıyordum.
Eylem hazır olduğu zaman, yani tünelin kazılması bittiği zaman, tünelden çıkanlar hapishane dışından alınarak THKP-C örgüt evlerine götürülecekti. Bu yapılmadı, çünkü İstanbul’daki arkadaşlar buluşmayı gerçekleştiremedi. Sonuçta firar, içeriden çıkanların bir kısmının kendi ilişkileriyle ev bulmaları, bir kısmının da, Beşiktaş’taki Barbaros Parkı’nda sabahlaması suretiyle gerçekleştirilmiştir. Örgüt içindeki ayrışmaya neden olan ve bu konuda bardağı taşıran olayı da, dışarıdaki örgüt liderliğinin firar edenlerle ilgili bu ihmalleri oluşturdu.
Tartışmalar yoğunlaşıp örgüt ikiye bölündükten sonra, polis baskınları da yoğunlaştı. Levent ve Kızılelma sokaklarına yapılan baskınlarla başlayan o6perasyonlar, Ulaş Bardakçı’nın öldürülmesi, Ziya Yılmaz ve arkadaşlarının yaralı olarak yakalanmasına vardı.
Mahir Çayan’ın Ankara’ya geçişi ve örgütü toparlayıp yeni eylem hazırlıkları çalışmaları yapması ise, Ankara’da da polis baskılarını arttırdı.
Bu durum Mahir ve bir kısım arkadaşlarının, Ankara’da planladıkları yeni eylemler ortaya koymak yerine, zaten bir kısım arkadaşlarının Fatsa ve Ünye’de bulunması nedeniyle Fatsa’ya geçmelerine yol açtı.
Ünye, Fatsa, Kızıldere
Mahir ve arkadaşlarının Fatsa’ya geçişi duyulur duyulmaz baskın ve tutuklamalar yoğunlaştı, Mahir ve arkadaşları örgüt eliyle Ünye’ye aktarıldı.
Firarlardan sonraki temel amaç, örgütü toparlamak ve mücadeleyi devam ettirmek olduğu için, zaten daha baştan hedef olarak bilinen Ünye Radar Üssü’ne eylem koyma hazırlıkları beraberinde geldi.
Benim doğrudan tanık olduğum olaylar, örgütün beni Fatsa’ya çağırması, firarilerin saklanması, genel anlamda bir toparlanma sağlanması ve bu gerçekleştikten sonra yeni eylemlerin yürürlüğe konacak olmasıyla ilgiliydi. Bu nedenle Ankara’dan Fatsa’ya gelmemden sonra, Fatsa-Ünye’den alın da, Kastamonu’ya kadar birçok saklanacak yeni alanlar aradık. En son bulabildiğimiz yer, Ahmet Atasoy’un Yüncü Hasan vasıtasıyla bulduğu Kızıldere Köyü oldu.
Kızıldere’ye ben, Ahmet Atasoy ve Yüncü Hasan birlikte gittik. Köyün muhtarı olan Emrullah Aslan’la oturup, dört arkadaşın kendi evinde bir ya da bir buçuk ay kadar saklanması için anlaştık. Bu dönem içinde yapılacak masraflar için, o zamanın parasıyla binbeşyüz lira ödedik. Yaklaşık bir buçuk ay sonra, firari dört arkadaşı oradan alıp Sivas istikametine götürecektik. Oradan da Karadeniz’in dağlık bölgelerine çıkılacaktı. Muhtar Emrullah ile anlaşmamızda rehineler konusu hiç geçmedi. Bu konuda bilgisi yoktu.
Fatsa basıldı. Ünye’nin de basılması kaçınılmaz görünüyordu. Fatsa ve Ünye köylerinde saklanacak yerler bilinen yerlerdi, yenisi bulunamamıştı.
Radar Üssü’ne eylem koymak kaçınılmaz hale geldiği zaman, gidilebilecek yer olarak sadece, benim ve Ahmet’in üzerinde anlaştığı Kızıldere köyü kalmıştı.
Mahirler Radar Üssü’ne eylem koyduğunda, taleplerini içeren mektuplarının başına, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının durdurulmasını, tutuklu devrimcilerin serbest bırakılmasını, işkencelere son verilmesini koymuşlardı. Eylem konmadan önce de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurtarılması planlanmıştı.
Rehineler, Radar Üssü’ne ait bir araçla Niksar üzerinden Kızıldere’ye götürülürken, Niksar-Tokat yolunun Kızıldere sapağında indirilmiş ve aracın Tokat yönü istikametinde gitmesi öngörülmüş.
Kızıldere’de bir çatışma yok, tek taraflı saldırı var
Kızıldere olayı üzerine konferans vermekteki amacım şunlardır: Bir, olay bir ihbar sonucu ortaya çıkmış değildir. İki, olayda teslim olmama direnci var, fakat karşılıklı bir çatışma yoktur. Üç, Kızıldere olayı tek kelimeyle bir katliamdır. Çünkü gerek mahkeme safhasında, gerekse mahkeme öncesi hükümet açıklamalarında, “bir ihbar sonucu öğrenilmiş olan rehine kaçırma olayı ve çatışma sonucu ölümlerin gerçekleştiği” ifade edilmişti.
Benimle 1980’li yıllarında yapılan bir röportajda, bunun böyle olamayacağını söylemem, gerek mahkemede ifade verip, “biz, rehineleri yarım saat önce öldürdük, ondan sonra bize asker ateş açtı” diyeni, gerekse resmi ilgilileri öfkelendirdi.
Oysa hem eylem öncesi Ertan Saruhan’la Ahmet Atasoy’un bana “Efraim Elrom’u örgütümüzün kaçırıp öldürmesinde yapılan acelecilik, bu tür eylemlerde bir daha karşı tarafa yeterince zaman vermeden rehineleri öldürme yoluna gitmenin yanlışlığını gösterdiğini” ısrarla anlatmaları ve hem de olayın oluş biçimi, rehinelerin devrimci arkadaşlarımız tarafından öldürüldüğünü doğrulamıyor. Devlet, Kızıldere Olayı’na bir çatışma süsü verip, katliam olayının üstünü örtmek istemiştir. Oysa olayda çatışma yok, tek taraflı asker atışıyla katliam vardır.
Olaya ilişkin gerçekler
Olayın gerçeği şudur: Rehinelerin kaçırıldığı Ünye’deki Amerikan Radar Üssü’ne ait aracın Tokat yolunda bulunması, derhal araştırmaların da o bölgeye çekilmesine neden olmuştur. Ardından benzini biten aracı Tokat yoluna bırakıp, Kızıldere’ye yönelen arkadaşların, yoldaki köylülerden yiyecek istemeleri, Yüncü Hasan’ın Niksar’da yakalanması ve rehinelerin Kızıldere köyünün ağıllarında bulunabileceğini söylemesi, muhtar Emrullah Aslan’ın Almus’tan at yüküyle çokça yiyecek getirmesi rehinelerin adresini deşifre etmeye yetmiştir. Bu olaylar zinciri içinde bir ihbar olayı yoktur.
Kızıldere’deki sığınılan ev bulunup asker tarafından çepeçevre sarıldıktan sonra, askerlerle THKP-C lideri Mahir Çayan arasında, karşılıklı tartışma başlamıştır. Mahir binanın çatısında açtığı delikten çıplak sesle, askerin sözcüsü komutan da megafonla konuşmuşlardır. Askerin ‘teslim ol!‘ çağırısına Mahir, “Hayır teslim olmayız, isteklerimiz yerine getirildikten sonra konuşabiliriz” demiştir. Bu pazarlık sabahtan akşama kadar sürmüştür.
Yeni kanıtlar
Olayın bundan sonrası, yeni edindiğim tanıklar ve belgelerle de ispat edeceğim biçimde cereyan etmiştir.
Bir kere, devrimcilerin ellerinde bulunan ve mahkeme zabıtlarında da kaydı bulunan silahlar, bir sten, bir kısa namlulu tüfek, bir uzun şarjörlü tabanca ve iki sıradan tabancadan ibarettir. Bunlar, karşılarındaki tam donanımlı birlikler hesaba katıldığında, silah dahi sayılmazlar.
Tünel kazıp kaçmaları ise, ahırda bulunan bir kulaklı kazma, bir kürek, bir de sapı kırık çapa ile binlerce yılda bile mümkün olamaz.
Üstelik evde, iki günlük yemek ile bir gün yetecek kadar da suları kalmıştır.
Subayların bulundukları harman yerinde, aralarındaki değerlendirme şudur: Sığınılan evin çevresi boşaltılır, geniş bir tampon bölge yaratılır ve çepeçevre sarılmış haliyle beklenirse, evdekilerin hepsini de sağ olarak ele geçirmek işten bile değildir. Zaten, askerler açısından yapılması gerekli olan da budur.
Oysa olan bu değil. Akşamüstü Kızıldere Köyü’nün yakınındaki tepeye, devrin İçişleri Bakanı Ferit Kubat helikopterle geliyor, komutan Tuğgeneral Vehbi Parlar’la görüşüyor. Sonra Almus’a geri dönüyor. Ama kısa süre sonra yeniden, helikopteriyle Kızıldere’ye geliyor. İşte, askerlerin de, komutanın da davranışları bu ikinci gelişten sonra değişiyor. O andan itibaren komutan, megafonla Mahir Çayan’a yarım saat süre tanıyarak “Ya teslim olursunuz ya da ateş açtıracağım” diyor.
Ancak, bu yarım saatlik süre başlarken, o sırada damın ikinci bir yerinde görülmekte olan Mahir Çayan, köyün iç kısmından, uzun namlulu bir silahla başından tek kurşunla vurularak öldürülüyor. Arkasından, yarım saatlik sürenin ilk onbeş dakikasında; önce, köyün yakınlarındaki bir mevziden aşırtma silahlarla ateş açılıyor, fakat her iki mermi de hedefine değil başka bir evin çatısına isabet ediyor. Bunun üzerine, roketatarlar devreye sokuluyor ve rehinelerin de içinde bulunduğu ev, ön cephedeki geniş kapı girişiyle yan pencerelerden yaylım ateşine tutuluyor. Mahir’in tek kurşunla öldürülmesinden, askerin başlattığı yaylım ateşine kadar, herhangi bir başka silah sesi duyulmamıştır.
Yani, rehineleri devrimcilerin öldürmüş olmaları mümkün değildir. Yaylım ateşinin bitişinin hemen ardından, dört beş asker camlardan içeri el bombaları atıyor. Sonrasında evin içinden, üstü çıplak bir şekilde Saffet Alp “Silahım yok, beni öldürmeyin” diyerek dışarıya yöneliyor, ama derhal askerler tarafından ateş edilerek öldürülüyor. Bunun da sonrasında, dört sivil giyimli, ellerindeki tabancalarla içeri girip, içeride sağ ya da ölü herkesi tek tek kurşunluyorlar. Örneğin, ağabeyim Nihat Yılmaz, sadece kafasına sıkılan tek kurşunla öldürülmüştür.
Hemen sonra, “İçeridekiler öldürüldü, operasyon bitmiştir” diye bir bağırtı duyuluyor ve çevredeki tüm operasyona katılanlar eve üşüşüyor.
Bu sırada komutan tuğgeneral, olayı başından sonuna kadar yanlarında izleyen traktör şoförüne “ölülerin Niksar’a taşınması” emrini veriyor. Ancak, traktör şoförü görevi reddedince, ölüler köyden tedarik edilen kağnılarla köyün alt başına kadar taşınıyor. Ve oradan da Niksar’a götürülüyor.
Ölülerin, vuruldukları yerlerde otopsisi yaptırılmamıştır. Niksar Savcısının, THKP-C Davasının görüldüğü İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine gelen raporu, “rehinelerin diğerlerinden yarım saat önce öldürüldüğünü” söylüyordu. Oysa ne savcı Kızıldere’ye çıkmıştır, ne de o sırada Niksar’da görevli olan iki doktorun hiçbirisi böyle bir rapor tutmuştur. Ayrıca, bir yaylım ateşi sırasında ölen üç rehinenin yarım saat önce öldüklerinin tespitinin tıbben mümkün olmadığını da söyleyelim. Bu bilinmezlikler ölen rehinelerin İngiliz sahipleri tarafından da sorgulanmış, “Ölülerimizin, öldükleri yerde otopsilerinin yapılması gerekirdi” demişlerdir. Zaten, bizim yasalarımızda geçerli olan yöntem de budur.
Yaylım ateşinden 24 saat kadar sonra samanlıkta yakalanan Ertuğrul Kürkçü, mahkemedeki ifadesinde ve sonraki açıklamalarında “Mahir vurulduğunda ben onun altında bir yerdeydim. Kanı üstüme döküldü ve ben aşağı doğru kayarak samanlıkta saklandım” diyor.
Ayrıca, “bize askerin ateş açmasından yarım saat önce, biz rehineleri öldürdük, sonra da askerler bizimkileri öldürmüşler” demektedir. Oysa kendisinin bu esnada bulunduğu yer, evin arkasında; elinde stenle nöbette olduğu yerdir. Oradan da, evle geçiş bağlantısı olmayan samanlığa geçtiği biliniyor. Kısaca, Ertuğrul Kürkçü, Mahir’in vurulduğu yer olan çatıda değildi. Mahir’in kanının üstüne akması da mümkün değildir.
Benim burada açığa çıkartmak istediğim şey çok açıktır. Devlet bir katliam yapmıştır ve onu uyduruk belge ve yanlış tanıklarla 34 yıldır örtmeye çalışmaktadır. Sanki çatışma olmuş da, karşılıklı ölümler yaşanmış gibi. Güya, arkadaşlarımız rehineleri öldürmüş, askeri birlikler de devrimcileri öldürmek zorunda kalmış. Böyle ucuzluk yok!
Katliamı, ülke içinde ve dışında, her yerde, hukuk yolundan kovalayacağız.
Abdullah Nihat YILMAZ / Gazeteci – Yazar
Yer: Türk Eğitim Birliği (TEB), 2 Newington Green Road, London N1 4RX.
Tarih: 7 Ocak 2007 Pazar, saat 13.30 – 15.00 arası.
Yazı: Araştırmacı gazeteci, yazar Abdullah Nihat Yılmaz’ın “Kızıldere Gerçeği” konulu konferansının, Muharrem Aslan tarafından tutulan notlarından yazı haline getirilmiş metni; metin konuşmacı tarafından onaylanmıştır.
*Abdullah Yılmaz’ın ağabeyi, Kızıldere’de öldürülen 10 devrimciden biri olan Nihat Yılmaz’dır. Abdullah Yılmaz 1979’da adın, ağabeyinin adı Nihat’ı da ekleyerek Abdullah Nihat Yılmaz’a çevirmiştir.