“Bir adamın kendi kendisinin ithamcısı olmasını istemek çok korkunç ve pek gülünçtür. Hakikat sanki onun adeleleri ve sinirleri içine gizlenmiş gibi, onu işkence ile çıkarmaya çabalamak vahşet ve budalalıktır.” M.Beccaria
İkiyüz yıl önce, “Suçlar ve Cezalar” adlı eserinde yukarıdaki düşünceleri dile getiren ünlü İtalyan Cezacısı marki Beccaria, bugünün Türkiyesinde yaşamış olsaydı bu ünlü eserine kimbilir ne ilginç katkılarda bulunacak ve düşüncelerini daha da geliştirmek olanağına kavuşmuş olacaktı.
Bugün Yaşananlar
Gerçekten artık bugün karakollarda, emniyet birinci şubelerinde vatandaşlara yapılan türlü işkencelerin, haysiyet kırıcı davranışların ve atılan dayakların mahkeme tutanaklarını doldurduğu, dergi, gazete sayfalarına kadar girdiği bir dönemde yaşıyoruz. Bazen bu yasa ve insanlık dışı muameleler o kadar utanç verici bir hâl alıyor ki ona muhatap olanlar, bunları açıklamaktan bile çekiniyor ve kaçınıyorlar.
Tunceli, Diyarbakır, Malatya, Ankara, İstanbul ve başka illerde meydana gelen bu işkence olayları kadın erkek ayırt etmeden sürüp gitmekte, bunlara hergün bir yenisi eklenmektedir.
İnsan vücununa elektrik akımı verme, falakaya çekme, uykusuz bırakma, yüksek voltajlı elektrik ışını altında tutma, kum torbaları ile döğme ve daha bir çok akla gelmez acı çektirme yöntem biçimleri bunlar arasında yer almaktadır.
İlkel Bir Ceza Ve Baskı Metodu
18. yüzyıla gelinceye kadar tolumlarda ilkel bir ceza anlayışı egemen olmuştur. Kişisel öç, kefaret, ibret, kısas ilkeleri yanında işkence ilkesi de bu toplumlarda yer almıştır. Bu ceza anlayışına göre, sanığın yaptığı eylemin yâni işlediği suçun karşılığını bedeninden acı çekerek ödemesi gerekmektedir.
İnsanlık tarihi bu insanlık dışı uygulamanın yüzyıllarca acısını çekmiştir.
Ancak 18. yüzyıldan sonradır ki, Diderot, Mentesquieu, J.J. Rousseau, La Bruyere, Bentham ve Beccaria gibi düşünür ve cezacıların eski ceza anlayışlarını eleştirmeleri[1] ve bu alanda yeni düşünceler ortaya koymaları sonunda bugünkü ceza felsefesinin temeli atılmış, cezaların niteliği, toplum yaşantısındaki rolü, insanlar üzerindeki etkisi, sosyal çevre ile olan ilişkisi gibi etkenler incelenmeye başlanmıştır.
İşkence konusundaki düşüncelerini başa aldığımız İtalyan Cezacısı Beccaria bu alanda önemli bir rol oynamıştır.
Böylece, 18. yüzyıldan beri teoride bu ilkel ceza metodları ve özellikle işkence ilkesi terk edilmiş, lânetlenmiş bu sistemin insan haysiyeti ile bağdaşmazlığı bütün dünyada kabul edilmiştir.
Bugün literatürde “Fiziki hürriyet”, “Beden hürriyeti”, “Vücut tamlığı” sözleri ile anlatılan kişi dokunulmazlık ve özgürlüğü uygar Anayasalarda[2] ve yasalarda[3] yer almış, insanın temel haklarından sayılmış, Avrupa İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne girmiştir.
Gerçeklere Gelince
Ne var ki teoride ve yasalarda bir ceza ilkesi olarak terk edilen işkence, bu kez uygulamada bir “sorgu aracı” olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Orta Çağlarda genellikle görülen ve en tipik biçimi ile ünlü engizisyon mahkemelerinde[4] uygulanan işkence metodu bu niteliği ile süregelmiştir. Bilindiği gibi engizisyon mahkemelerinde sanık suçun inkar ederse ağır cezalara çarptırılıyor ve eğer suçsuz olduğunu savunursa ona dayanılmaz işkenceler yapılıyordu. Çok kez sanıp bu işkencelere dayanamayarak ölmekteydi.
Sanıklardan “suç ikrarı” elde etmek için, değişik ülkelerde, değişik biçimlerde uygulanan bu metot günümüze kadar gelmiştir.
Modern ceza hukuku alanındaki bütün bu gelişmelere ve yasa hükümlerine rağmen sınıflı toplumlarda, egemenliklerini kurmuş olan sınıflar ve bunların temsilci ve yöneticileri, bazen açık, bazen kapalı bir biçimde insan haysiyeti ile bağdaşmayan bu vahşiyâne işkence metodunu teknik araçlarla daha da geliştirerek uygulamakta devam etmişler ve etmektedirler.
Sömürücü Sınıflar
Günümüzde bu metod, eğitim araçlarının ellerinde bulunduran egemen sömürücü sınıfların, egemenlik ve sömürülerini sürdürmek ve devrimci güçleri baskı altında tutmak için sarıldıkları iğrenç bir araç halini almıştır. Bu sınıflar için kendi sömürü düzenlerini sürdürmek, sömürülenlerin devrimci eylemlerini önlemek amacı her türlü insanlık değerlerinin üstündedir.
Sınıfsal çıkarları, tüm erdemlere yeğdir.
Nasyonel sosyalizm ve faşizm, engizisyon mahkemelerinden sonra işkence metodlarına kısırlaştırma “Gastration” yollarını da ekleyerek bunun yeni teknik örneklerini vermiştir. “La question”u okuyanlar, Cezayir’de Fransızlara karşı yapılan Kurtuluş Savaşı’nda bu hareketi destekleyen ve Fransızları şiddetle suçlayan “Alper Republicain” yazarı Henri Alleg’e yapılan işkenceleri ibretle öğrenmişlerdir.
Bu savaşta Cemile Buhayrad’a yapılan işkenceler egemen sömürü sınıfların tarihlerini unutulmaz bir vahşet örneği olarak yazılmıştır. “Rozenbergler Ölmemeli” piyesini seyretmiş veya okumuş olanlar Amerika’da bu metodların nasıl en canavarca bir biçimde uygulandığını sayısız örneklerden biri olarak görmüşlerdir.
Bu ülkeleri örnek alan siyasal iktidarlarımız Türkiye’de, yıllardan beri bu işkence metodlarını uygulaya gelmektedir. Özellikle egemen sömürücü sınıfların çıkarları ile yakından ilgili siyasal davalarda bu metoda sık sık başvurulmaktadır.
Bu şikayetler her gün mahkemelerde, sorgu hakimliklerinde, savcılıklarda, avukat yazıhanelerinde, cezaevi görüşme odalarında sergilenmektedir.
Ama bu barbarca uygulamanın sorumlularını meydana çıkarmak isteyenlerin eli kolu bağlı kalmaktadır. Çünkü minareyi çalanlar kılıfını da önceden hazırlamışlardır. Bu kılıf modern tekniğin bütün olanaklarından yararlanmıştır.
İşkence odaları hazırdır, elektrik voltajı ayaklanmıştır, kum torbaları iz bırakmamaktadır, tuzlu sıcak su işkence izlerini kısa zamanda gidermektedir, güçlü dayak uzmanları yetiştirilmiştir, şikayetler geciktirilerek izlerin kaybolması sağlanabilmektedir.
Gerekirse telefon işlemektedir. Marko Paşa artık çok uzaklardadır. İşkenceleri dile getiren halk türküleri bu teknik metodlar karşısında gerilerde kalmıştır.
Sonuç
Egemen sınıfların ve bunların temsilcisi tutucu iktidarlarını sürüp gelen bütün bu barbarca işkencelerine, yeni işkence metodlarına rağmen dünya halkları devrimci mücadelelerini sürdürmüşler, tarihsel gelişme aşamalarından geçerek bu güne kadar gelmişlerdir.
Devrimler durmamış sürmüştür.
Bu işkenceler ve baskılar devrimcileri yıldırmamış, aksine bilemiştir.
“Devrimciler ölür, devrimler yaşar” sözleri bu mücadelelerin temel düşüncesi ve sloganı olmuştur.
Ülkemizde devrimci mücadele bütün bu insanlık ve yasadışı baskılara rağmen sürecek ve demokratik devrim başarıya ulaşacaktır.
Halit ÇELENK
Kaynak: Akşam Gazetesi / 25 Ekim 1970
[1] “İşkence, teşekkülatı bedeniyesi nahif bir masumu mahvetmek ve sağlam doğmuş bir mücrimi kurtarmak için pek emin ve pek mahirane bir keşiftir. Cezalandırılmış bir mücrim reziller için bir misâl ve bir ibrettir. Bir mâsumun mahkûm olması ise, bütün iffet ehline ait bir meseledir. Hırsız ve katil olmayacağım iddiası âdeta ağzıma kendiliğinden geliyor, fakat hiçbir gün hırsız ve katil gibi cezaya çarptırılmayacağım demek pek cüretkârane bir şey olur.” La Bruyere
[2] Anayasa Madde 14: “…Kimseye eziyet ve işkence yapılamaz. İnsan haysiyeti ile bağdaşmayan ceza konulamaz.”
[3] TCK Madde 243: “Mahkemeler ve meclisler reis ve âzalarından vesair hükümet memurlarından biri maznun bulunan kimselerin cürümlerini söyletmek için işkence eder, yahut zalimâne ve gayri insani veya haysiyet kırıcı muamelelere başvurursa beş yıla kadar ağır hapis veya müebbeden veya muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezası ile cezalandırılır.”
TCK madde 245: “Kuvvei cebriye istimaline memur olanlar ve bilûmum zâbıta ve ihzar memurları memuriyetlerini icrada ve mafevkinde bulunan âmirinin emrini infazda kanun ve nizamın tâyin ettiği ahvalden başka surette bir kimse hakkında sui muamele veya cismen eza verecek hâle cüret eder veya o kimseyi darp ve cerheylerse bir aydan üç seneye kadar hapis ve muzakkaten memuriyetten mahrumiyet cezası ile cezalandırılır.”
[4] Engizisyon, Latince soruşturma anlamına gelen İnquisito kelimesinden gelmektedir. Bu mahkemeler 1808 tarihinde Napolyon Bonapart tarafından kaldırılmıştır.