Bir zamanlar “malumatlı adam” çok makbuldü. 20. Yüzyıl’ın yarısından sonra insanlık, “ordinatuer: buyurucu” ya da “informatique: duyurucu” denen elektronik hesap ve akıl makinelerini buldu. Bu makineler sayesinde ilgilendiğimiz bir alandaki bütün buluş ve bilgiler, bir anda önümüze seriliyor. Artık malumat nakli yerine, bu bilgiler arasında bağ kurmak, sentezlere gitmekten başka şey kalmıyor insan düşüncesine.
Ben de bu konuşmada bazı bağları kurmaya, bazı anları, gelişimin yönünü vermeye çalışacağım. Daha önce konuşan iki yurttaşımızdan birincisi…
“14-15. Yüzyıllarda Osmanlı Toplumu” üzerinde konuşulmuş. Dün konuşan ve benim de dinlediğim Profesör B. Sadun Aren, yurdumuzun Cumhuriyet çağındaki kapitalizmin gelişimini anlattı. Profesör, “Türkiye kapitalizme geçişte neden geri kaldı. Bunu ben bilmiyorum. Bilen de olduğunu sanmıyorum” dedi. Ben bu gecikmenin nedenleri, kapitalizme geçişin çağı üzerinde duracağım.
Profesör Aren: “Sosyal konularda kesin konuşulamaz, tarih söylenemez” demişti. Bu benim davranışımın tam tersi. Ben tarih söyleyeceğim.
Birinci tarih basamağımız 1838: Tımar ve Zeametin kaldırılması. Bu, Mahmut II’nin yeniçeri ocağını kaldırmasına paralel bir olaydır. Böylece Dirlik Düzeni’nin son kalıntıları kaldırılıyordu.
Dirlik Düzeni, Osmanlı’nın bozulmamış Toprak Düzeni’nin adıdır. 1838 de kaldırılan Tımar, küçük dirlikçilere, Zeamet ise 10 bin ilâ 30 bin arasında büyük dirlikçilere verilen topraklardı. Bunların rekabesi (mülkiyeti) kimsenin değildi. Sencer Divitçi, mülkiyet Padişaha aitti demiş, yanlış. Bunlar Beytülmalimüslimin’indi, yani; Müslümanların ortak malı idi, başka hiç kimsenin değildi.
Osmanlılar Anadolu’da Hülefayi Raşidiyn devrinde kurulmuş “Mirî Toprak” düzenini benimsediler. Bu Osmanlı rönesansıydı. Buna “Dirlik Düzeni” diyoruz. Bu konuda araştırma yapan Profesör Ömer Lütfi Barkan “Ne zaman, kim tarafından yapıldığı veya yayıldığının araştırılması beyhude” diyor. Biz öyle demedik, demiyoruz.
Dirlik düzeninde iki bölük insan karşı karşıya. Çiftçiler ve dirlikçiler. Toprak, çiftçinin tasarrufundadır. Mülkiyetinde değildir. Dirlikçi, toprağın sahibi denirken koruyucusudur. Maliki anlamında sahibi değildir.
Dirlik düzeni bozulduğunda, Osmanlı toprak düzenindeki ikinci basamağın adına “Kesim Düzeni” diyoruz. 1838’de, Osmanlı toprak düzeninin son kalıntıları da kaldırılıyordu.
İkinci tarih basamağımız 1846. Miras kanununa yeni hükümler konuluşu. Bu tarihe kadar yalnız erkek evlada geçen toprak tasarruf hakkı bundan sonra kız evlada da geçecekti. Bu, Beytülmaldeki mülkiyetin kişilere geçişini hızlandırıyordu. Osmanlı mülkiyet anlayışı, zaten bu değişiklikten çok önce bozulmuştu, kanuna kız evlât için giren tasarruf hakkı, uygulamada mülkiyet hakkı şeklinde anlaşılıyordu.
1847 yılı süratle toprağını kaybeden beytülmal ve hazinesinin tamtakır olduğu görüldü. Şimdi devleti kim finanse edecekti?
“Nereden para buluruz?” sorusu ilk olarak beliriyor Defter Emini Hasan Efendi, “Ödünç alalım” diyor. Borçlanmalara karşı çıkıyorlar: “Kefereden istersek, zayıf olduğumuz anlaşılır, Fas’a yazalım” deniyor. III. Selim’in sorumluluktan uykusu kaçıyor.
1849’da ilk büyük finans-kapital denemesi ile karşılaşıyoruz: Şirketi Hayriye. Tam kapitalist müessese. Sadun Aren, kapitalizmi Cumhuriyetle başlatmıştı, oysa Avrupaî manası ile kapitalizmin Türkiye’ye girişi ve başlangıcı işte bu 1849 tarihidir.
1875 yıllarında Şürâyi Devlet’ten Mehmet Fuad’ın elyazması ile karşılaşıyoruz. İlk olarak ekonomik reform ihtiyacı üzerinde duruyor. Konuyu bir Avrupalı kafası ile ele aldığını görüyoruz.
“Devleti Aliyyenin ahvali maliyesine dair risale” yazıyor. Bu risalede 1840 yıllarında meselâ Halep ilinde 10 bin kişilik “amelenin” memleket ihtiyacı için çalıştığını, oysa şimdi bu rakamın 800’e düşmüş olduğunu kaydediyor ve kapitalizme geçişin nice tahriple olduğuna örnekler veriyor.
Karl Marks
Dirlik Düzeni’nden kapitalizme bu özetlediğimiz yollarla geçilirken, (19. Yüzyıl ortasında) 3 yıl sonra Batıda büyük Karl Marks,1853 yılı New-York Tribune’de Türkiye üzerine yazılarını yayınlıyordu. Bu yazılarından “Türkiye’de milliyetler” başlıklı olanından bir pasaj okuyalım:
“Türkiye lejitimist (meşru hükümdarcı) Avrupa’nın hassas noktasıdır. Lejitimist ve Monarşist (tek hükümdarcı) hükûmet sisteminin iktidarsızlığı, ilk Fransız İhtilâlinden beri, daima şu cümleyle özetlenebilir: Statüko’yu korumak, işleri tesadüf nereye koyduysa hemen hemen orada bırakmak için genel oybirliğine varmak, bir fıkaralık ilmühaberi, züğürtlük belgesidir. Hükûmetler, o züğürtlük belgesini göstererek ilerleyiş adına, medeniyet adına, her ne olursa olsun, bir parmak boyu mesafe almaya kabiliyetleri bulunmadığını itiraf ederler.” (K. M.: Eu. Politik., c. 3, s.7)
Devletler, politika kabuğu üstünde “Statüko’yu tanrılaştırırlar. Ne var ki, dünyanın başka her yeri gibi Türkiye de, hep aynı yerde kalmıyor. O yüzden, tam Avrupa’da gerici parti statükoyu yeniden kurar kurmaz, bir de bakılıyor ki, Türkiye’de statüko, bu yol adamakıllı değişmiştir.” (Keza, 8.). (Onun için) “Ne zaman Avrupa’yı kıvrandıran ihtilâl sancıları bir ân için azıcık dindi ise, arkasından hemen ezeli Şark Meselesi’nin tekrar ortaya çıkacağı mutlak hesaba katılabilirdi.” (Keza, s. 6)
Marx’in belirttiği Türkiye’de değişiklik, antika sermayenin yerine modern Batı sermayesinin imparatorluğu köstebek gibi eşip kazımaya girişmesiydi. “Şark Meselesi” bu idi… İrili ufaklı kaç kapitalist devlet varsa, en az o kadar köstebek, Türkiye’de yuvasını yapmak istiyordu. Çünkü kapitalizm, Avrupa’da kendi ücretli kölelerini her gün biraz daha idare edemez duruma girmiş, klâsik büyük sanayi krizleri ile her 5-10 yılda bir sıtma nöbetleri geçiriyordu. Krizlerle ölmemek, işçi sınıfının ihtilalleriyle devrilmemek için, kendi iç ufunetini dışarılara aktarmak zorundaydı. Bunun tek açıkta kalmış yolu ise, Türkiye gibi eski zengin ülkeleri haraca bağlayıp talan ederek, sömürgeleştirmek, yani savunmasız pazar, ucuz ham madde kaynağı olarak sömürmekti.
“İşte, şimdiki (1853 yılları) hükümetlerin başına geçmiş bulunan beberuhiler de, o kısa görüşlü politikaları içine gömülerek, tam Avrupa’yı, hele şükür, anarşi ve ihtilâl tehlikesinden sıyırdıkları ile öğündükleri sırada, o ezeli mesele, o boyuna diri kalan güçlük: Türkiye’yi ne yapacağız sorusu, yeniden hortluyor.” (K. M.: Keza, s. 7)
Böyle, Avrupa kapitalizmi, kendi ekonomik etkileriyle, politika beberuhilerinin ne yaptıklarını bilmeksizin Çin, İran, Türkiye geniş pazarlarına ve zenginlik kaynaklarına doğru yarışıyordu. O yarı-sömürge “Hasta Adam”larının gövdelerini canavar rekabetiyle parçalarken, Türkiye’yi de zorla kapitalizm sektörü içine alıyor, bu zorlu değişiklik Türkiye’yi içinden çıkılmaz zıtlıklarla dolu bir “dış mesele” biçimine sokuyordu.
1854 yılında Kırım savaşı patlıyor. Sayın Aren’in görüşünün tersine, biz yine kesin tarih söylüyoruz. Buna “tavşana kaç, tazıya tut” savaşı demek yerinde olur. Çarlık ve Padişahlık birbirine düşmüş. Osmanlı bir çeşit iğneli fıçı içinde. Fransa ve İngiltere kurt “çıfıt”ları da; “Kaç, ben kurtarayım” diyorlar.
1856’da yeniden şirket akımı ile karşılaşıyoruz. İzmir, Aydın demiryolunu İngilizler alıyor…
Sonra bu kapitalist gelişmeyi desteklemek için bankaya ihtiyaç duyuluyor; Londra’da Bank Ottoman kuruluyor.
Yabancı sermaye, garanti de istiyor. İpotek lazım geliyor. 1857’de Muharrem “Arazi Kanunnamesi” çıkıyor. Miri toprakların idaresi mültezim ve muhsillere bırakılıyor: Kediye peynir tulumu teslim ediliyor. Eski Osmanlı Kutsal Toprak Düzeni’nin özel mülkiyete resmen aktarılması böylece tamamlanıyor. Bu gelişimde, tarih söylemeden olayların anlatılması imkansız olduğu için biz de tarihler söyledik.
Ödünç (istikrazlar) faslı 1858’de ilk olarak 4 milyon altın lira (şimdiki 600 milyon) alınması ile başlıyor. Bunlar, Türkiye’de kapitalizmin nasıl başladığına ait elemanlar. Bu elemanların nasıl araştırılması gerekir? Marx diyor ki:
“Genel olarak üretim, tekrarlamalardan kurtulmak için yapılmış bir soyutlaştırmadır. Bununla birlikte, o genel karakterin, yahut o ortak elemanın kendisi kompleksçe örgütlenmiştir ve başka başka belirlenmeler halinde çeşitlenmiştir.” (Zur Kritik, ilk.: Einleitung). . .
Türkiye’de kapitalizm derken de, Türkiye üretiminin tarihsel kompleksliği gözönünde tutularak kendi çeşidi belirtilecektir. Kapital bir elemandır. Batı kapitalizminin şirket ve ödünç biçiminde Türkiye’ye girdiği günlerde Türkiye’nin de bir kapital elemanı vardı. O antika sermaye idi. Türkiye’de, eskiden beri var olan tefeci-bezirgan sermaye ile 19. Yüzyıl ortasında sokulan modern sermaye birbirine karıştırılmamalıdır. Hepsi ortak sermaye adını taşırlar, ama, tarihsel ve sosyal çağlara göre bambaşka üretim tarzlarına karşılık düşerler. Marx‘ın deyimiyle:
“O elemanlardan kimisi bütün çağlara ait olurlar, kimisi bazı çağlar için ortak bulunurlar. Kimi belirlenmeler, en modern çağda ortak bulunduğu gibi en kadim çağ için de ortak olabilir. Onlar olmaksızın hiç bir üretim kavranılır hale gelemezdi.” (Keza).
Bu bakımdan, Şirket-i Hayriye ve İstikrazlar; Türkiye’de, ondan önce var olan sermaye elemanından bambaşka bir üretim tarzının, kapitalist üretim yordamının resmen ve su götürmez bir kesinlikle gelip yerleşmiş bulunmasıdır. Bunda “kuşkuya” yer kalmadığı, ondan sonraki gelişmelerle de açıklanır.
Korku ve Kuşku
1859 yılında insanlık, bilim tarihinde en büyük devrimi yapan iki kitap yayınlandı. Bunlardan biri Darwin’in “Nevilerin Menşei” (Türlerin Kökeni) adlı eseridir. Bu eser ilk defa canlılar zinciri üzerinde hayat gelişiminin kanunlarını gayet net olarak ortaya koyuyordu. Aynı yıl Karl Marx da “Ekonomi Politiğin Eleştirimi Üzerine“yi yayınladı. O da tarih zinciri üzerinde son sözü, toplum gidişinin kanunlarını açıkladı. Bu eserin önsözünün son sözü tarih yazımının realist ve idealist metodu üzerinedir. Burada Marx, ünlü Lâtin şairinin yine ünlü mısralarını alıyor ve diyor ki:
“Tarih yazmanın bir idealist metodu vardır, bir de realist metodu”.
Çıkardığımız gerçekçi sonuçlar: “Güdücü sınıfların çıkarı önyargıları ile az bağdaşacaktır. Ama cehennemin giriş yerinde olduğu gibi, bilimin eşiğinde de, insan şöyle bir mecburiyetle yüzyüze geliyor:
“Qui si convien oğni sospetto
Ogni vilta conviyen ehe qui sia morta”
(Burada her kuşku püskürtülsün,
Burada her korku ölsün!)
Gençlerimiz; gerçeği her arayışlarında, insan biliminde en büyük devrimi yapmış düşünürün bu iki öğüdünü hiç unutmamalı, boyuna kendi kendilerine sormalıdırlar. Acaba doğrudan korkuyor muyum? Acaba gerçeği kuşkulu biçime sokuyor muyum? Korkuyorsam doğrudan: Boşuna bilim çalımları takınmayalım. Doğruyu hiç bir zaman bulamamaya mahkumum. Gerçeği kuşkulu gözlerle izliyorsam: Hiç bir kesin davranışa yol açmayacak fikircilik ve tereddüt batağında boğulmaya, hiç bir keşif ve icat ışığı tutamamaya mahkumum. Savaş meydanından çok bilim ve bilinç alanında korkusuzluk ve kuşkusuzluk zaferin ilk şartıdır.
Bu yalın kat kuralı unuttuğumuz için, Türkiye’de bilimsel güç sıfır çizgisi üzerinde dolaşır durur. Dünya ölçüsünde, insanlığın ciddiye alabileceği bir tek bilimsel keşif, icat ve doktrin öne süremeyişimiz, zekâsızlığımızdan, bilgi kıtlığımızdan değil, korkuyu alçak gönüllülükle maskeleyişimizden ve kuşkuyu bilimsel iffet sayışımızdan ileri gelir. İki yüz yıl boşu boşuna yitirdiğimiz kuşaklar, hep kendi kendisinden veya çevresinden korku ve kuşku illetine kurban gitmişlerdir. Güdücü sınıfların “çıkarcı önyargılarından” ürkmemek, korkmamak, o önyargıların içimize işlettiği pısırıklıklar ve nemelâzımcılıklarla evham ve kuşkuya kapılmamak bilimin birinci şartıdır.
Yalnız kuşkusuzluğu körü körüne kapılmayla karıştırmayalım. Kızı Laura, Marx’a soruyor: “Beğendiğiniz us nedir?” Marx karşılık veriyor. “Her şeyden şüphe“… Marx’ın Özel Dünyası kitabımızda da işaret ettiğimiz gibi, buradaki “şüphe“: septisizm (kuşkuculuk, Zenon’kâri safsatacılık, hiç bir şeye inanmamak) değil, görünüşe aldanmamak, gösterişe kapılmamaktır. Fikret’in deyimiyle: Şüphe nura doğru koşmaktadır. Dogmatizme düşmemek parlak palavralarla kamaşmamaktır. Bizde en çok karıştırılan da budur.
“Türkiyemizde 40 yıldır Kapitalizmin varlığı inkâr edilerek domuzuna kapitalizm kuruldu. Şimdi “dönünce abler, döndü dolaplar”: Son konağına varmış düzene “özel sektör”, yok “hür teşebbüs” gibi aklıklar, allıklar, parfümlü pudralar sürülerek, yüz yıllık bin bir yabancı sermaye odalığı yerli kapitalizmimizin iç yüzü saklanmak veya şirin gösterilmek isteniyor. Bu alanda ne denli kuşku yaratılabilirse, yurttaşın o denli “kafadan gayrımüsellah” edilebileceği umuluyor da ondan.
Bu belirtmeyi; “sosyal konularda kesinlikle konuşulamaz” gibi iddialara karşı yapıyorum. Bu iddia, hep kuşkulu sözlerle yetinme davranışını dile getiriyor. Bu davranış, bilimsel iffet kabul ediliyor. Oysa bilim, kılıç gibi keskin olmayı gerektirir. Kararsızlık, bilime en az yakışır. Bir izafiyet meselesi çıkarılmış ve mutlaklığın karşısına konmuştur. Oysa diyalektik, septisizm değildir. Kalite değişmedikçe, mutlak hakikattir. Ancak sayıca birikim atlama yaptığı zaman kalite değişir, atlayıncaya dek kaliteliğini korur.
Her devirde dar görüşlü politikacılar, korkudan medet ummuşlardır. Şimdi “Temel Haklar Kanunu” da böyle bir dar görüşlülükle çıkarılıyor. Korku hiç bir zaman gelişimi ilelebet tıkayamamıştır. Olayları kuşkusuz ve korkusuz ortaya koymak bir zorunluluktur. Ve iyiliktir de…
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Ankara’da Fikir Kulüpleri Federasyonu “FKF” lokalinde verdiği konferanstan özetler.
Sosyalist Gazetesi- 30 Mayıs 1967
Devamını okumak için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız.