Devrimci bir kadavradan ötesi… Ernesto “Che” Guevara 9 Ekim 1967’de Bolivya’da kurşuna dizildi
Devrimin gerçekleşmesinin üzerinden bir ay geçmemişti. Batista ülkeden kaçmış, Fidel’in 26 Temmuz Hareketi Che’nin öncü kuvvetlerinin ardından başkent Havana’ya yerleşmişti.
Dünyanın her yanından gelen yazar, sanatçı ve siyasetçiler halkın mutluluğuna tanıklık ediyordu. O günlerde Şilili şair ve siyasetçi Pablo Neruda da Küba’da davetli bulunuyordu. Bir gece yarısı Che onu Ekonomi Bakanlığı’nın bürosunda bekliyordu.
“Esmer, askeri kıyafetli, silahlı bir adamdı. Ölçülü, belirgin bir Arjantin lehçesiyle konuşan, kısa cümleleri gülümsemeyle biten biriydi.” Neruda’nın onunla ilgili ilk izlenimleri buydu. Ernesto, şairin Latin Amerika tarihi üzerine kaleme aldığı “Canto General” (Evrensel Şarkı) isimli eserinden övgüyle bahsetmişti.
Bakışları Neruda ile dışarıda karanlık bir geceye bakan pencere arasında gidip geliyordu. Olası bir ABD saldırısı üzerine konuşurlarken Che yine gözlerini sokağa çevirdi ve yüksek sesle düşünür gibi ağzından şu sözler döküldü: “Savaş… Savaş… Biz daima savaşa karşıyız… Fakat bir kez savaşınca savaşsız yaşayamıyoruz. Her an savaşa dönmek istiyoruz.”
Neruda 1973’de ölümünden kısa süre önce kaleme aldığı “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı anı kitabında Che ile ilk ve son görüşmesini bu biçimde aktarıyor.
“Onun” diyor “Bolivya’da çantasında ‘Canto General’ ile ele geçirilip öldürüldüğünü düşününce titriyorum.”
Fakat ekliyor Nobel ödüllü şair; “Benim için savaş kader değil bir tehdittir.”
Neruda ömrünü diplomat, elit bir edebiyatçı ve şair olarak geçirmiş bir siyasetçiydi. Oxford’tan Onursal Doktora, İsveç kralının elinden Nobel ve Sovyetler Birliği’nden “Stalin Ödülü” almış bir komünist entelektüeldi.
Che’nin savaştan anladığı şey ile Neruda’nın ki kuşkusuz aynı değildi.
Belki babası Ernesto Rafael Guevara Lynch’in bir röportajında söylediği şu sözler, Che’nin duygularını daha iyi açıklıyordur:
“Oğlumun nasıl ‘komutan Che’ olduğunu anlamak için aile tarihimize bakmanız gerekir. Oğlumun damarlarındaki kan İrlanda isyancılarının, İspanyol fetihçilerinin ve Arjantin vatanseverlerinin kanıdır. Bu açıdan Che bizim huzursuz ve yurtsuz geçmişimizin izlerinin mirasçısıdır…”
Gerçekten de anne tarafının (de la Serna) kökleri Peru’nun son İspanyol valisine kadar uzanır. Dedesi Arjantin’in ilk siyasi kitle partisi olan Union Civica Radical’in kurucularındandır.
Baba tarafı ise Guevara ve Lynch olmak üzere iki soyadı taşır. Yirmi kuşaktır Arjantin’de yaşayan Guevara ailesi Libertador San Martin’in kıtayı İspanyollardan kurtarma savaşlarına destek verme onuruna sahiptir.
Lynch’ler ise İngilizlere karşı isyanlara katıldıkları için Şili’ye sürülen İrlandalılardı. Lynch ve Guevara kardeşler Altına Hücum sırasında San Francisco’ya gitmiş Büyük Kanyon’un sonsuz topraklarını ele geçirmişti.
Fakat fetih her zaman Yeni Dünyada fetihçinin sessiz yok oluşuyla sonuçlanır. Çeyrek asır sonra iki ailenin torunları Roberto ve Ana evlenerek Arjantin’e döner.
Jeolog olan Roberto, Arjantin’in kuzeyinin ilk topografya haritasını yapar. Bu sürede aile yıllarını yerli topraklarında geçirir. Che babaannesi Ana’nın kulağına fısıldadığı mistik yerli öyküleriyle büyür.
Che de diğer kahramanlar gibi bir rüyayı gerçekleştiren bir çocuktur.
Parana nehri kıyısında Rosario’da doğmuştu. Nil’e bırakılan Musa bebek değildi ama cesedi İsa tasfiriyle aynıydı.
Valle Grande’deki küçük hastanede naşını yıkayan hemşire Susana Osinaga kanlar içindeki cesede bakarken böyle düşündü: “İsa Mesihten farksızdı.”
Ertesi günü 10 Ekim 1967’de Bolivya’dan çok uzakta bir İngiliz yazar ve ressam John Berger gazetede Che’nin cansız bedenini gördüğünde aynı hisse kapılmış.
Berger çok sayıda ölü beden ve katledilmiş insan fotoğrafı gördüğünü ama bunların hiçbirinin Che’nin cansız bedenin İsa ile olağanüstü benzerliğine yaklaşamadığını söyler.
Buna örnek olarak da İtalyan ressam Andrea Mantegna’nın 1457 tarihli “Il Cristo Morto” (Ölü İsa) tablosunu verir.
İki resimde de vücut aynı yükseklikten görülmektedir. Eller aynı pozisyonda, parmaklar aynı hareketle kıvrılmış. Vücudun alt kısmındaki bez, Che’nin askeri pantolonunda olduğu gibi kırışmış, kanla lekelenmiş.
Kafa aynı açıyla durur. Ağız da aynı gevşek ve ifadesiz görünür. Farkı İsa’nın gözleri kapalı ve yanında yas tutanlar olmasıdır.
Che’nin ise gözleri açık fakat etrafında bir albay, bir CIA ajanı, bir grup Bolivya askeri ve otuz gazeteci vardır. Çünkü bir ölüyü suçlu göstermenin pek fazla yolu yoktur.
İngiliz ressama göre bazı nadir durumlarda bir insan ölümünün trajedisi, yaşamının anlamını mükemmel biçimde tamamlar. “Bu yüzden” diyor Berger “Mantegna’nın tablosuna baktığımda İsa’nın içinde Che’yi görüyorum.”
Bir resim kendi içinde tamamlanmış bir konsepttir. Bir ölüyü sergilemesine karşın Che’nin fotoğrafı insanda devam eden süreç hissi uyandırır. Che sanki onu anlamlandırmamız için orada sakin biçimde bize bakmaktadır.
Bu bakış bana Ernesto Guevara’nın Buenos Aires’te Tıp Fakültesinde öğrenciyken çekilen bir fotoğrafını anımsatır.
1948’de çekilen bu fotoğrafta önlerinde göğsü tamamen açılmış bir kadavrayla otuz öğrenci arasından genç Che Guevara bize gülmektedir.
Ve adeta Rembrandt tablolarından çıkmış bir sahnede Che, gelecekte Vallegrande’de sergilenecek olan kendi cesedine ironik bir selam göndermektedir.
Che’nin cansız bedeninin kuşkusuz politik bir anlamı var: Onun için dünyadaki eşitsizlik, sömürü ve kölelik tahammül edilmezdi. O bu adaletsiz dünyayı eksik de olsa gerçeğin bir yanında taraf olarak düzeltmeye inandı.
Che milliyetçi değildi; ama ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalizmin anlamını ortaya çıkardığını düşünüyordu. Ama ölümü herhangi bir toprak parçasına adanmış değildi.
Neruda, Che’ye baktığında birçokları gibi onun yalnızca askeri yanını görüyordu. Bu nedenle, yalnızca bir başarısından veya yenilgisinden bahsediyordu.
Ancak gerçek şu ki Che insanlık için devrimci bir projeden çok daha fazlasını temsil ediyor.
Düşmanları onun üzerinde sinekler uçuşan çamurlu bedenini, biçimsiz saç ve sakallarının kapladığı yüzünü teşhir ederek neyi amaçlamaktadır?
Hakkında fikir sahibi olmadıkları bir devrimin prestijini bitirmek miydi amaçları?
Yahut da bir devi öldürmenin gururuyla kendi sefil ruhlarını yüceltmenin derdinde miydiler?
Hakikaten dünyanın gözbebeği olan güzel ve tutkuyla hayata bağlı bir adamın Bolivya’nın yoksul bir köyünde can vermiş olması mıydı bütün mesele?
Hayır, onun trajedisi cahil bir çavuş tarafından değersiz bir varlık gibi kaba biçimde katledilmiş olması değildi. Asıl sorun onun kuşatılmışlığındaydı. Bu nedenle Bolivya’da bulunuyordu.
Sovyet memurlarının Che’nin Doğu Avrupa’da, Latin Amerika’da, Cezayir’de ya da Afrika’daki faaliyetlerinden memnun olmadıkları o zaman da bir sır değildi.
1961’de üstlendiği Sanayi Bakanlığı görevinden bu yana onlarla arası iyi değildi. Zira Sovyet iktisat politikasının hatalı olduğunu düşünüyordu.
Fakat asıl çatışma Dışişleri Bakanlığı sırasında ortaya çıktı. Açık bir biçimde Sovyetlerle arasına sınır koydu ve Küba’yı “Bağlantısız Ülke” olarak sınıflandırdı.
11 Aralık 1964’te Birleşmiş Milletler’de son kez yaptığı konuşmada Sovyetlerin “barış içinde bir arada yaşama” tezini doğrudan hedef alarak şu sözleri söyledi: “Bize göre ulusların bir arada barış içinde yaşaması, sömürenle sömürülenin ve ezenle ezilenin birlikteliği anlamına gelmez.”
Cezayir’de gerçekleşen Afro Asya Seminerinde Sovyetleri ABD gibi dünyanın güneyini sömüren kuzey ülkeleri arasında saydıktan iki hafta sonra Küba’ya gelip tüm görevlerini bıraktı. Hiçbir zaman Komünist Parti üyesi olmadı.
3 Ekim 1965’de asıl adı Chaplin olan ama sonra Karl Marks’a çevrilen sahnede yapılan Küba Komünist Partisi ilk bileşiminde Devrimin Başkomutanı Fidel Castro Ruz tarafından okunan veda mektubunun başlangıcında şöyle diyordu:
“Fidel: Şu anda çok şey hatırlıyorum; Maria Antonia’nın evinde seninle tanışmam, seninle gelmemi önermen, hazırlıkların heyecanı…
Bir gün, ölüm durumunda kime haber verilmesi gerektiğini sorduklarında bunun gerçekten olma olasılığı hepimizi sarstı.
Sonra cidden anladık ki bir devrimde zafer kazanılır ya da ölünür (eğer bu gerçek bir devrimse). Birçok arkadaşımız zafere giden bu yolda düştü.
Bugün her şey daha az dramatik bir tonda çünkü biz daha olgunuz ama olanlar kendini tekrar ediyor.
Beni Küba devriminin topraklarına bağlayan görevimi tamamladığımı hissediyorum ve sana, arkadaşlara ve artık benim de halkım olan halkına veda ediyorum.”
Düşmanları değil diğerleri, savunduğu kurumsallıktı ona bu yolu açan. Yoksa Latin Amerika’da ya da Afrika’da gerilla mücadelesini yönetecek bir komutana ihtiyaç olduğu için Küba’yı terk etmedi.
Ernesto Guevara orta boylu, yanık buğday tenli bir adamdı. Astıma karşı mücadelesi onu atletik güçlü bir fiziğe sahip kılmıştı.
Romantikti. Annesinin ona geceler boyu okuduğu Baudelaire şiirleriyle büyümüştü. Şiirle Marksizmi birleştiren politik varlığı gerçekçi ama bir o kadar da ütopikti.
Ailesine yazdığı veda mektubunda kendisini Don Kişot’a benzetiyordu:
“Bir kez daha topuklarımın altında Rosinante’nin kaburgalarını hissediyorum, kolumda kalkanımla yeniden yola düşüyorum.“
Eleştirel bir ruha sahipti. Kara mizahla bohemliğin iç içe geçtiği bir kişiliği vardı.
Savaşın ortasında bile kitap okumaktan bıkmayan bir entelektüeldi.
Kavrayışı ve teorik yanı çok güçlü olmasına karşın pratiğe daha çok önem verirdi.
Her Arjantinli gibi biraz provokatif ve narsistti.
Eski insanı yok etme uğruna gerçekleşse de sosyalizmin “yeni insanı” yaratması gerektiğine inandı.
Gittiği her yerde, gördüğü her şeyde, yapılan her işte niteliğe saplantılı biçimde önem verdi.
Sadece astım krizinin kesebileceği bitmek bilmeyen enerjiyle çalıştı.
Yaptığı her şeye kendini tüm varlığıyla verdi. Daima umutluydu; hayata aşıktı.
O bir kamikaze değildi. İntihar etmedi ya da üzüntüden de ölmedi.
Doktor Ernesto Guevara de la Serna, namı diğer Che Guevara insan olmanın gerektirdiği onurla yaşadığından, kendi ölümünün ruhsatını da benliğinde taşıyordu.
Çünkü bu dünyada hala insan kalmak için tahammül edilmemesi gerekeni kavramış ve önüne çıkan seçeneklerin sunduğu en radikal biçimde hareket etmişti.
Özgür UYANIK