Yine aynı cümlelerle başlayacağım: Anıların aktarılması, yazıya dökülmesi aynı olayları birlikte yaşayanların sağlığında yapılırsa, düzeltme ve itiraz olanağı verdiği için önemlidir.
Şükran Soner’in “Bizim 68” kitabı için de, Bozkurt Nuhoğlu’nun anılarının toplandığı “Kırmızı Günler” kitabındaki düzeltmeler için de yazıya böyle başlamıştım.
Yazmak Zor, Anlatmak Kolay
Arada sırada yazdıklarım dışında anılara yönelik soru soranların ya da eski arkadaşlarla bir araya geldiğimizde geçmişle ilgili konuşmalarımıza tanık olanların bunları neden yazıya dökmüyorsunuz eleştirilerine cevap niteliğindedir. Yazı zordur. Anlatmak kolay. Bana öyle gelir.
Feyizoğlu’na da “biz yazamıyoruz bari sen yaz!” diyerek anlatmalarım ve konuşması gerekenlere de referans olup yönlendirmem bundandır. Aynı şey, “Hoşça kal yarın!” filmini gerçekleştirmek isteyen Reis Çelik için de geçerlidir. Bildiğim kadarıyla Reis Çelik’in ortaya çıkarmak istediği eser, ortaya çıkan bu film değildi. Müdahalelerden yıldı ve Halit ağabeyin anıları temelinde, müsamere görselliğinde bir şey çıktı ortaya. İlk olması ve ardından başkalarının da gelmesi umuduyla olumlandı veya eleştirildi. Ben hala Reis Çelik’in eldeki malzemeyi ilk düşüncelerine uygun biçimde kullanacağı günü umutla bekliyorum.
Ancak, ahir ömrümüzde, emekliliğin göreceli vakit çokluğunda ve önemlisi yazmak için nedenler ortaya çıktığında artık bundan kaçınmak olmuyor. Yaşayanlara ve yaşattıklarımıza karşı bir borç yükümlülüğüdür bu. bazı ortalığı boş bulanlara da “dur bakalım” demek zorunlu oluyor, gerekiyor.
“Deniz ve Mustafalar…”
Anlatmak istediğim, Nadire Mater’in “Sokak güzeldir” isimli ve gerçekten güzel ve emek verilmiş kitabında yer alan “Deniz ve Mustafalar” söylemindeki M-1 olan Mustafa İlker Gürkan’ın anlatılarına, M-2 olarak getireceğim eleştiriler ve düzeltmeler olacaktır. Belki de bu son kez yapılan hesaplaşmadır ya da çoktan kapattığım bir defterin dipsiz bir kuyuya atılmasıdır.
68 Demek DÖB Demek Mi?
68 devrimci gençlik hareketinin en militan kadrosunun, rastlantılar sonucu, doğru adamların doğru bir düşünce ve eylem anlayışı içinde İstanbul’da ortaya çıktığı, neredeyse bir genel kabuldür. Bu, hem FKF’ye katılıp hem İstanbul Dev Genç yöneticiliğini üstlenmiş olsak da DÖB’lüler olarak bilinen Devrimci Öğrenci Birliği’dir. Bir söyleşisinde ilk dev genç başkanı Atilla Sarp’ın oldukça abartıyla, “68 demek DÖB demektir!” deyişi ile de önem kazanmaktadır.
Mustafa İlker Gürkan Neler Söylüyor?
Şimdi beni “cuntacıymışız da haberim yokmuş!” noktasına getiren, Gürkan’ın anlatılarını alt alta sıralıyorum;
“Garnizon komutanlığından, hiçbir şey olmayacak diye garanti verdiler.”
“Ordudan gelen hiçbir isteği gençlik hareketi geri çevirmemiştir, onlar da verdikleri her sözü tutmuşlardır.”
“Adliyeden haber geldi arkadaşlarınızı kurtarın diye,”
“Deniz postayı attı. Bak! Subayların verdiği söze güvenerek atıyorsun postanı.”
“Söz verilmiş, protokolün gerekleri yerine getiriliyor.”
“Subaylar ‘merak etmeyin kimse tutuklanmaz, sakin olun’ diyorlar.”
“CHP çizgisi biraz ileriye gidince de partiye üye olduk.”
“Rahmetli Doğan Avcıoğlu’nun siyasal iktidar programı olarak ortaya koyduğu görüşlerine devrimci harekete girerken nasıl inanıyorsam, şimdi de aynen inanıyorum.”
“Bize cuntacı derlerdi; cuntacılıkla yani askeri bir darbeden yana olmakla suçlarlardı. Biz de itiraz ederdik. Hiç tereddütsüz söylüyorum gönlümüzde öyle bir aslan yatıyordu. Yatmıyor diyenlerin alayı yalan söylüyor.”
“Aramızda sürekli bir diyalog vardı, sıkışınca garnizon komutanı’na giderdik.”
Anlaşılan, cuntanın aramızdaki adamının kendini ifşa eden söylemleridir bunlar. Başka izahı da yok.
Ancak, sanırım bu ilişkiler nedeniyle, sıradan militanlar 12 mart döneminde sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanırken, kendisi sıkıyönetim mahkemelerinde hiç yargılanmamış, kısa bir dönem sivil cezaevinde yatmış ve çıkmıştır. Bizim kaldığımız Suat Derviş’in evinden çıktıktan sonra yakalanmış ve yarım saat sonra da ev basılmış biz de yakalanmıştık. Anayasa affına kadar “içeride” kaldım.
İşgal ve mini işgal ile ilgili ve özellikle Deniz’li anılar anlatırken, özel gazetecilik yüksek okulu öğrencisi olduğunu ve hiç bir görev almadığını söylememektedir. “Hukuktan ayrıldığıma şimdi esef ediyorum” sözü onundur.
Komer’in uçağını Yeşilköy havaalanında karşılama olayında attığı yumurtanın uçağın üstünden aştığını anlatmaktadır. Komer’in uçağının Yeşilköy’e geleceği öğrenilince Hukuk Fakültesi’nde sınıflara girerek öğrencilere çağrı yapılmıştır. Maliye dersine devam etmek isteyen öğretim üyesine inat, Deniz kürsüden, “Burada kompradorların vergi kaçırma metotlarını öğrenmek isteyenler kalsın, Komer’i protestoya gelmek isteyenler de minibüslere! havaalanına gidiyoruz!” deyince sınıfın yarısı boşalmıştır. Deniz’in minibüsü önde olmalı ki biz geride kaldık. havaalanına gittiğimizde Deniz ve öndeki arkadaşlar bir uçağa doğru koşuyorlardı ve uçağa yaklaşmışlardı. Arkalarında da bir yığın polis koşturuyordu. Biz geride kalanlara onları seyretmek kaldı. Gürkan’la yan yana duruyorduk. İki yanımızda da tanıdığımız iki siyasi polis… Alana bir adım atsak alacaklardı bizi. Bu arada Deniz ve Zulkadiroğlu (M-3) yakalanmış polisler arasında getiriliyordu. Gürkan alana bir adım attı ve siyasi polis hemen yakaladı. Ben olduğum yerde kalmayı tercih ettim. Gerçeği bu kurulukta anlatmanın hiçbir romantizmi ve coşkusu yok, değil mi? Kişiye de hiç “en kahraman rıdvan” payesi vermez. Kimseyi de etkilemez değil mi?
Oysa senaryo şöyle yazılabilir.
“Gazeteci Tanju Cılızoğlu atkısını omzuna atacak, biz de Komer’in uçağının geldiğini anlayacaktık. Baktık atkı omuzda, kapıya hücum ettik, meydana girdik; yumurta, domates ne varsa uçağa atıyoruz. Yumurtayı koca uçağa denk getirmek de kolay değil. Öyle bir atmışım ki, yumurta uçağın üstünden hop öbür tarafa.”(s.185)
Bu anlatım daha etkileyici değil mi? gerçek bu değilse bile mi?
Korsan miting olayı, Dev Genç İstanbul bölge yürütme’nin Ömer Güven’in başkanlığı döneminde, “bağımsızlık haftası”nda olan bir olaydır. Polise şaşırtma verip Harbiye’deki orduevi önüne gelindiğinde, kortej askerler tarafından önü kesilerek durdurulmuştur. Ordu lehine yapılan tezahüratlara başlanılmış, askerle çatışmaya girmekten kaçınılmıştır. Fikret İlkiz’in tanıklık ettiği gibi, bir üsteğmen tarafından Gürkan ve Harun Karadeniz içeriye götürülmüş ve bir müddet sonra duvar üstüne çıkan Gürkan, “Arkadaşlar, komutan ‘sivil olsam ben de katılırdım’ dedi.” yolunda ajitatif bir konuşma yapmıştır. Askerler yolu açmamışlar; başka yola girmek zorunda kalmışızdır. Akla ziyan bu açıklamanın doğru olup olmadığını sorduğumda, komutanın ”Dağılmazsanız eğer…” ile başlayan ve sonu tahmin edilen cümleyi söylediğini aktarmıştır.
O günleri bugünün ”ergenekoncu” düşüncesiyle anlatıyor. Kemalizm’den MDD’ye oradan TKP’ye ve son durak CHP… Yanlış. Hem de vahim yanlış! 68’e de ölen arkadaşlarımızın anılarına da büyük haksızlık.
Dev Genç Merkezinin İstanbul’a Taşınması
Son Dev Genç kongresinin gündem maddesine Dev Genç merkezinin İstanbul’a taşınması maddesini koydurmuştum. Dev Genç sekreteri Ruhi Koç nedenini sorunca gerekçelerimi söylemiş ve ısrar etmiştim. Gürkan’ı Dev Genç başkanı yapacak, İstanbul bölge yürütmeyi de merkez yürütme yapacaktık. Bundan Gürkan’ı haberdar etmiştim. Kongre öncesi Gürkan uyduruk bir nedenle arandığından teslim oldu ve hapse girdi. Ben de Yusuf Küpeli’nin, ben anlamam demesi üzerine 2. başkan olarak bildiğim kadar yürütmeye çalıştığım kongrede, sırası geldiğinde bu maddeyi geri çekmiştim. şimdi, Allah mı korudu demeliyim?
Deniz’e En Çok Benim Sözüm Geçermiş
Gürkan bugün CHP’li ve onu da “öz örgüt” olarak görüyor. Daha önce Bedri Baykam’ın “68’li Yıllar, Eylemciler” kitabında 1998 yılında anlattıklarıyla bu anlatılar paralellik taşıyor. Bu anlatıların bir bölümü de Çiller’e danışmanlık yaptığı söylenen sağ ideolojinin önemli ismi Mümtazer Türköne’nin “Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil, 68 Kuşağı” kitabının ana dayanağı.
“Çok naifmişim” mi demeliyim, bilemiyorum.
Şu sözler de Gürkan’a ait, kürt hareketini konuşuyorlar…
“(…) Cevat Öneş MİT müsteşar yardımcılığından emekli, bugün neler diyor? Biz 1990’larda konuştuğumuzda “üç-beş eşkıya demeyin, bu ciddi bir hareket.” dediğimde, bana gülüyordu. Dört beş sene sonra yine konuştuk – Cevat ağabey ile sohbeti karşılıklı olarak severiz- aynı şeyleri daha şiddetle söylüyor.” diyor. (Sokak Güzeldir. s.193)
Dikkatinizi çekerim, 1990’larda Cevat Öneş henüz görevde!
Anlayacağınız dostlar, “Cuntacıymışız” haberim yok.
Söylediğine göre Deniz’e en çok benim sözüm geçermiş! Ondan da, inanın haberim yok.
Sevgiyle kalın.
Mustafa Lütfi KIYICI
Simurg 2009