Adını Anmadan…
Yazılarında Kont Gobineau’nun Hannover kralına yolladığı mektuptan daha iddialı görünen bazı arkadaşların tuhaf bir çelişki içinde olduklarına dikkat etmemek mümkün değil. Bu arkadaşlar, hem yurdumuzda Tanzimat’tan beri süregelen batılılaşma hareketine karşı çıkıyorlar, hem de bunu Atatürk’e dayanarak, Atatürk’ü bayrak gibi tutarak yapmak istiyorlar.
Bir yerde, “Büyük Nutuk’u” bir ihtimal gibi kabul ettikleri ,Türkiye’yi Atatürkiye olarak gördükleri, bütün tavırlarında, 1960 öncesinin Atatürkçü aydın tipini taşıdıkları, sosyalizme karşı “Atatürkçü bir iktisat tutumunu” seçtiklerini açık açık söyledikleri, hatta daha ileri giderek Atatürkçü bir sanat kuramı yaratmak istedikleri halde, başka bir yerde, bakıyorsunuz, bu kez Atatürk adını anmadan Türkiye’deki bütün batılılaşma değerlerini, özellikle Birinci Cumhuriyetle gelen kültür değerlerini hiçliyorlar, yadsıyorlar.
Batılılaşma Hareketinin En Büyük Gerçekleştiricisidir
Büyük bir çelişkidir bu. Uygun bir ad bulmamız gereken ilginç bir çelişki.
Ve sanırız bu çelişkide bir iki önemli gerçeği gözden kaçırmanın rolü olmaktadır:
Bilindiği gibi Atatürk, Batılılaşma hareketinin en büyük gerçekleştiricisidir.
Tanzimatla başlayan eğilim asıl gücünü Birinci Cumhuriyet’in uygulanma yıllarında kazanmıştır.
Özellikle Batının kültür değerlerine ardına kadar bu dönemde açılmıştır Türkiye.
Medeni Kanun’un, Ceza Kanunu’nun, hatta Anayasa’nın Batı ülkelerindeki yasalardan, çok kez olduğu gibi çevirtilerek yurdumuzda uygulanmaya başlaması bu döneme rastlar. Türkün, İsviçre Medeni Kanunu’na göre evlenmesi, Faşist İtalyan Ceza Kanunu’na göre hapse girmesi bu dönemdedir.
Şapka ve Latin harfleri bu dönemde gelmiştir.
Dünya tarihini Batı’nın görüşüne göre değerlendiren ders kitapları bu dönemdedir.
Tanzimat Nedir?
Tanzimat, sadece bir Batı hayranlığı değil, Batının zoruyla bir Batı hayranlığıydı.
Cumhuriyet ise Batı’nın Türkiye’de her planda gerçekleştirilmesi çabalarıyla doludur.
Öyle ki Batılılaşma hareketi en büyük tutamağını Atatürk’de bulmuştur, diyebiliriz. Bu yüzden Batılılaşmanın, daha doğrusu Batılılaştırılmanın eleştirisine girecek kimse Atatürk’ün bu yönünü de eleştirmek zorundadır.
Tabi burada kişioğlu Atatürk’den çok tarih olan Atatürk’ten konuşuyoruz.
Dağıttığı etkilerle, kurduğu devlet örgütüyle, getirdiği düzenle, engellediği saldırılarla, tanıdığı haklarla bir tarih parçasıdır.
Atatürk, bütün bir çağdır. Bu bakımdan, Birinci Cumhuriyet Atatürk’tür. Hatta çok genel planda bugün Atatürk’tür.
Böyle her şeye damgasını basmış “eşsiz mimarı” eleştirmeden bugünü eleştirmek mümkün mü?
Oysa aydınlarımızın çoğu büyük bir çelişki içinde Atatürk’ün eserini Atatürk’ü bayrak yaparak eleştirmekte bugün. Sanırız, çıkar bir yol değil bu.
Sorun şu bugünkü Türk aydını yeni bir kurtuluş arıyor.
Böyle bir kurtuluşun gereksemesi içinde ama bunun eski kurtarıcının ölümünü onaylamak demek olduğunu bilmiyor, ya da bilmek istemiyor ya da söylemek istemiyor.
Yeni palazlanmaya başlayan sosyalist aydın tipi kendini eski halk evi aydınından, daha sonra ortaya çıkan devrim ocağı aydınından ayıramadığı için çelişkiler içinde bunalıyor.
“Ulusal Bireşim” dediği anda gösterdiği kanıtlarla eski Türk ocağı aydını tipini andırıyor: Sosyalizmi, Atatürk’ü bayrak yaparak önermeye geçtiği anda Tanzimat’taki Jöntürk tipine yaklaşıyor.
Türk Aydını Batı Uygarlığını Eleştirmeye Başlamıştır
Bugün Türkiye düşünce planında büyük bir değişimin eşiğindedir.
Bunun en büyük belirtisi Türk aydınının Batı uygarlığına karşı aldığı tavırda seçiliyor: Türk aydını Batı uygarlığını eleştirmeye başlamıştır. Ancak bu, Batı uygarlığını, Batı kültürünü inkar etmek anlamına gelmiyor.
Batı vardır ve büyüktür. Ama yeryüzünde tek mümkün olmaktan çıkmıştır artık. Eleştirilmeli, değerlendirilmelidir.
Öte yandan, Tanzimat’tan bu yana toplumumuzun geçirdiği kültür serüvenini kendi yönümüzden Batılılaşma olarak alsak bile, Batı yönünden bunun sistemli bir Batılılaştırma politikası olduğunu değerlendirebilmemiz gerekir. Bunu yaparken Tanzimat’tan bu yana uzayan tarihsel süreci iyi didiklemeliyiz. Küçük ve zorlama uyumlar rastlantıların cilveleri kandırmamalı bizi, sorunu köküyle yakalamaya çalışmalıyız. Sözgelimi batılılaşma sorununa eğilirken, bugünkü durumu beğenmiyorsak “Atatürk’ten sonra bozuldu”, “Atatürk’ün çevresindekiler ve ondan sonra gelenler her şeyi berbat ettiler” gibisinden sözlerle, ya da Cumhuriyet dönemini iki üç kısma ayırarak “Atatürk’ün sağlığında sorunlar tam halledilmek üzereyken…” gibisinden sözlerle vakit geçirmemeliyiz. Atatürk’e ihanet olur bu.
Ama bugünkü durumu beğenmiyorsak toptan bir soru sorarak işe girişmeliyiz: “Birinci Cumhuriyet niçin başarıya ulaşamadı?” Yok, Cumhuriyet’in getirdiği değerlerle sonuçta başarılı olduğuna inanıyorsak (köklü bir devrimin, kurumlarını sağlam temellere oturtmuş bir devrimin en güçlü en oturmuş günlerinin kırk yıl sonraya rastlayacağını düşünerek) bugünkü değerlerden pek yüksündüğümüz yok demektir. Bu demektir.
Bugünkü aydın, sorunları temelinden kavramaya elverişli düşünce yapısıyla, dünün Türkiye’yi Atatürkiye olarak görmekten başka eylemi olmayan ve hedefsiz bir iyiniyet içinde yaşayan devrim ocağı aydınından kendini ayırmaya bakmalıdır.
Kaçak İyimserlik…
Gerekiyorsa Atatürk’ü de eleştirmelidir. En büyük sevgi gerçek sevgisidir çünkü.
Yoksa küçük ve zorlama uyum çabalarıyla ulaştığımız iyimserlik kaçak bir iyimserlik olacaktır.
Tıpkı başta değindiğimiz arkadaşların sorunu çözmüş olduklarını sandıkları zaman duydukları aldatıcı iyimserlik gibi. Tıpkı altıncı kattan tepetaklak aşağı düşerken, üçüncü kat hizasına geldiği zaman “Şu anda o kadar fena değil” diyen adamın ilginç iyimserliği gibi.
Cemal SÜREYA
Kaynak: Akşam Gazetesi / 11 Kasım 1967