Orhan Savaşçı
Ajanslara düşen haberlere göre Orhan abi, 1980’den beri yaşadığı Stockholm’de (İsveç) yaşamını yitirmiş.
Hava Yüzbaşısı Orhan Savaşçı, 12 Mart döneminde, Mahir Çayan’ın kurucusu olduğu THKP-C örgütünün Genel Komite üyesi ve Askeri Kanat sorumlusu olmaktan yargılanmış ve “müebbet hapis” cezasına çarptırılmıştı. Orhan Savaşçı, Mahir Çayan’ın eşi Gülten (Savaşçı) Çayan’ın da abisiydi.
Orhan abi ile 1973 yılında Selimiye Askeri Cezaevi koğuşlarında karşılaşıp tanıştık. Sonrasında, Selimiye, Maltepe (İstanbul) ve Mamak (Ankara) askeri cezaevleri ile Niğde (sivil) Cezaevinde 7 yıl birlikte olduk.
Ölüm haberini okur okumaz belleğimde birden, 40-46 yıl öncesinin Orhan Savaşçı’lı görüntüleri canlandı.
O görüntüler içinde en öne çıkan, hiç kuşkusuz ki her zaman alçakgönüllü, her zaman vakur bir kişiliğin görüntüsüdür. Çoğunun yaşı kendisinden küçük olan 12 Mart tutuklusu genç devrimcilerin hem her zaman arkadaşı, hem de abisi olan bir kişiliğin görüntüsüdür.
45 Yıldır Belleğimden Silinmeyen Sahneler
1975 yılının Eylül ayı… Mamak’tayız. Orhan abinin, yakalandığı tüberküloz hastalığından dolayı hemen her hafta Gülhane Askeri Hastanesine götürüldüğü günler…
Apandisitim patlayalı 2 gün olmuş, durmadan kusuyorum, apandisit sancılarından belimi doğrultamıyorum. Ama cezaevine bakan “milliyetçi” askeri hekim “soğuk algınlığı” teşhisi koyarak kâh Aspirin kâh Novalgin vermeye, hastaneye sevk etmemeye devam ediyor.
Üçüncü gün durumum iyice ağırlaştı. Yürüyemez haldeyim. Sevk edildiğim hastaneye, birbirimize kelepçeli olarak Orhan abi ile birlikte gidiyoruz. Askeri hastaneye vardığımızda ancak sedye ile taşınacak haldeyim. Zaman geçiyor, sedye gelmiyor. Birden, kelepçemizi çözdüren Orhan abinin sırtında buluyorum kendimi. Soluk soluğa “Acil”e taşıyor. Refakatçi askerler ve başındaki astsubay peşimizden sürükleniyorlar.
Acil kapısında, kendisini tedavi eden askeri hekimle karşılaştık. Merzifon Hava Üssünde birlikte çalışmışlar. Yani Orhan abinin hem hekimi, hem arkadaşı… “Orhaan, bu ne hal?” der demez, Orhan abinin adeta emreden bir sesle, “Selim, lütfen beni bırak, Arslan’a müdahale edilmesini sağla… Bugün senden tek istediğim budur” dediğini duydum, gerisini hatırlamıyorum.
2 gün sonra gözlerimi açtığımda, apar topar alındığım apandisit ameliyatı ile ölümün kıyısından döndüğümü öğrendim.
Ah Orhan abi, Niğde günlerinde, şaka yaptığın ender kişilerden olan Muzaffer’e (Oruçoğlu) takılmaların…
Tüberküloz tedavisi görmene rağmen, “açlık grevi” eylemlerinden muaf tutulmayı kabul etmeyen tutumların…
Şimdi 40 yıl sonra hangi birini saymalı ki…
Ucuz Kahramanlığa ve “Talih Kuşu’nun” Sunduğu İtibara Yüz Vermeyen Kişilik
12 Mart sol’a ağır bir darbe vurmuştu. Ama bu ağır darbe, 1970’li yıllarda sol’un bu kez Türkiye’nin hemen her yerinden fışkırmasını önleyemedi. Hatta tam tersine, 12 Mart’ın sadece sol’u hedef alan baskı ve haksızlıkları halkta tepkiye yol açmıştı. Bu tepki, dünyadaki sol yükselişle birleşerek 1970’lerdeki büyük sol yükselişi tetiklemişti.
Bu hızlı yükseliş içinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya solun “şehit-kahramanları” haline geldiler.
Örneğin, gerek THKP-C mirasçısı sol gruplar içinde, gerekse genel sol kamuoyunda Mahir Çayan’ın arkadaşı olmak, büyük itibar kaynağı oldu.
Orhan Savaşçı, hem Mahir Çayan’ın yönetici düzeydeki arkadaşlarındandı, hem de akrabasıydı. Yargılamalardaki sicili temizdi. Subay kökenliydi. Örgütün, çoğu tutuklanmış, hemen hepsi ordudan atılmış yüzlerce genç subay taraftarının sevdiği ağabeyi ve önderiydi.
Kısacası, Mahir Çayan ve THKP-C itibarından “nasiplenmesi” için her şey Orhan Savaşçı’nın lehineydi. Talihi ona “yıldız” olma fırsatı sunuyordu.
Dönem, 68 yükselişinin dalgasına kapılarak sürüklendiği kısa süreli mücadeleyi ranta çevirmeye çalışanların ortalığı kapladığı bir dönemdi.
Orhan Savaşçı, “talihinin” sunduğu bu itibarı zerre kadar “kullanmadı”. “Talihinin” kendisine sunduğu “yıldızlaşma”ya itibar etmedi.
Yüksek ve Naif Sorumluluk Duygusunun Devrimci Rolü Frenlediği Aşama
Ortalığı “yıldızlar” kaplamadan önceki THKP-C madalyonunun diğer yüzünde başka bir gerçek daha vardı. Yenilginin, ölümlerin, toplu tutuklamaların sıcağı sıcağına yaşandığı dönemde THKP-C örgütü saflarında pişmanlıklar, döneklikler, bırakmalar, karamsarlıklar vb baş göstermiş ve giderek yaygınlaşmıştı. Üstelik bu olumsuzluklar en başta ve en çok önderlik katında ortaya çıkmış ve oradan aşağıya doğru yayılmıştı.
1972-74 arasına denk gelen bu dönemde Orhan Savaşçı, bozgunculuğa kapılmayan az sayıdaki THKP-C önderinden biri oldu.
Ama bulunduğu konum ona, bozgunculuktan kendisini korumakla yetinmeyip, öne çıkması ve bu olumsuzlukları kıracak bir önderlik inisiyatifi göstermesi sorumluluğu da yüklüyordu. Üstelik THKP-C üye ve taraftarları arasında sahip olduğu otorite ve saygınlık ona, kendisinden beklenen rolü başarıyla yerine getirme gücünü fazlasıyla veriyordu. Kız kardeşi Gülten’in dışarda olması ve gözlerin üstüne çevrildiği saygı duyulan manevi önder konumu kazanması ise, onun gücünü ve otoritesini daha da artırıyordu.
Orhan abi ile uzun cezaevi yıllarındaki sohbetlerimizde, o dönemde “kaderin” ona yüklediği bu görevi yerine getirmede tutuk davranmasını çok tartıştık. Bu görevin kendisine ve kız kardeşine aynı zamanda binlerce üye ve taraftarı yeni dönemin siyasetleri konusunda yanlışa sevk etmeme sorumluluğu da yüklediğini; bu noktada ise, “bir yanlışı düzeltirken başka yanlışlara düşmeme” kaygısıyla hareket ettiğini söylüyordu.
Ona göre o dönemde, kendisi ve ayakta kalan diğer önderler için, “bir yanlışı düzeltirken başka yanlışlara düşme” ihtimali vardı ve yüksekti.
Kanımca onda bu kanıyı yaratan gerçek etkenler, iddiasız kişiliği, “önderlik sorumluluğu” konusundaki “naif” duygusu ve düşünceleri ile bunlara yol açan deneyim eksikliğiydi.
12 Eylül yenilgisi sonrasındaki tahribatı çok daha yüksek ve ideolojik düzleme sıçramış bozgun, Orhan Savaşçı’ların boş bıraktığı meydanı dolduran “Abdurahman Çelebiler” önderliğinde yaşandı. Sol’un saflarında 1980’lerde yaygınlaşan “sivil toplumcu” liberalizm, 1990’lar ve 2000’lerde Küreselleşmenin yeni liberalizmi ile birleşerek, Türkiye sosyalizmi tarihindeki en büyük ideolojik çarpılma ve tahribatı yarattı.
“Bâb-ı Hükümetten Çekilen” Orhan Savaşçı
1980’de İsveç’e uzun sürgün yaşamına giderken Orhan Savaşçı’nın Türkiye’den, “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten / Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten” dizelerinin yansıttığı bir duyguyla ayrıldığından eminim.
Namık Kemal’in dizelerinin günümüz Türkçesindeki karşılığının, “Çağın değer yargılarının doğruluktan ve samimiyetten sapmış olduğunu görerek/ Kendi isteğimiz ve saygınlığımızla ayrıldık devlet kapısından” olduğunu anımsarsak, Orhan Savaşçı’ya atfettiğimiz duygu daha iyi anlaşılacaktır.
Orhan Savaşçı’nın, 12 Eylül’ün öngününde, kontrgerilla güdümündeki 12 Eylül’e gidiş süreci içinde debelenen ve sürüklenen sol’un değer yargılarındaki önemli aşınma ve yozlaşmayı gördüğü kesindir. Gördüğü gerçeğin onda yaratacağı duygunun, deyim yerindeyse sol örgütlerin “hükümet kapıları”nı yoklamaktan ve zorlamaktan gönüllü olarak ve saygınlığını koruyarak çekilme olması, Orhan Savaşçı’nın naif kişiliğine en uygun duygudur.
Peki, bu duyguyla hareket etmek doğru ya da yeterli bir davranış mıydı?
Devrimci siyaset bakımından elbette doğru ve yeterli değildi. Ama bu ayrı bir konu. Bu anma yazısının önceliğini ise, bir dönemin iz bırakan devrimci mücadelesi içinde yer almış Orhan Savaşçı karakterinin bireysel-insani boyutunu anlatmak ve doğru anlatmak oluşturuyor. Sonuçta devrimciliğe bu insani boyut da dâhil…
Orhan Savaşçı’nın Temsil Ettiği Devrimci Subay Kuşağı
Orhan Savaşçı her şeyden önce subay kökenli bir devrimciydi. Türk ordusunun subay eğitim ve kültüründen gelen bir devrimciydi.
12 Mart dönemi davalarında, Sarp Kuray’ın liderliğindeki deniz subayları davası ile birlikte en çok subayın yargılandığı diğer bir dava da, THKP-C davasıydı. Orhan Savaşçı, THKP-C’li genç subayların önderi, sevip saydıkları bir ağabeyleriydi.
O genç subaylar ki, hemen hepsi de zeki, yüksek yetenek ve karakter sahibi, gerçek aşkı ve çıkarsız yurt sevgisiyle dolu pırıl pırıl halk çocuklarıydı. Hepsi de yaşamlarının, mesleklerinden uzaklaştırıldıkları yıllarında değişik alanlarda hem başarılı, hem de halka ve ülkeye yararlı işler yaptılar. Yaşayanlar yapmaya da devam ediyor.
Türk Subayının Bağımsızlık, Devrim ve Sosyalizm Tarihine İlişkin Bir Özet
Cumhuriyet dönemi tarihinde Türk ordusu subayları arasında sosyalizm düşüncesinin yaygınlaştığı ve sempati yarattığı dört dönem saptıyoruz.
Birinci dönem, Milli Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Türk Milli Kurtuluş Savaşına Sovyetler Birliği’nin verdiği ve tamamen antiemperyalist dayanışma temelindeki karşılıksız destek, dönemin TBMM’sinde olduğu gibi, milli kurutuluş ordusu saflarında da, sosyalizme ve SB’ye karşı önemli bir sempati yaratmıştı. Bu sempati, Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu subaylarının şapkalarına kızıl yıldız takmalarına kadar varmıştı.
İkinci dönem, sonunda Nazım Hikmet’in baş sanık olarak yargılandığı 1938’deki Harp Okulu ve Donanma Davalarına yol açan genç subayların sosyalistleşme dalgasının yaşandığı dönemdir. Milli Kurtuluş Savaşındaki Sovyet desteğinin belleklerde tazeliğini koruduğu bu dönemin sosyalizm sempatisinde, Nazım Hikmet’in, her dizesinden tam bağımsızlık ve antiemperyalizm duyguları fışkıran şiirlerinin etkisi büyüktür.
NATO’ya girişle başlayan dönemde, Soğuk Savaş antikomünizminin sosyalizme ilişkin yasakları ve hayâsız yalanlara dayalı psikolojik savaşı, Türkiye’de sosyalizme ilişkin genel ilgide olduğu gibi Türk subaylarının ilgisinde de bir azalma ve kesinti yarattı.
27 Mayıs sonrasının antiemperyalist ve sol aydınlanması, işçiyi, köylüyü, memuru olduğu gibi, onların çocukları olan genç subayları da çevirimine çekti.
Gençlik başta olmak üzere halk arasında Milli Kurtuluş Savaşı anıları, Kemalizm’in “tam bağımsızlık” ilkesi ve antiemperyalizm yeniden canlandı.
Nazım Hikmet şiirleri ve sosyalist düşünce üzerine çekilmiş NATO demir perdesi aralandı.
Bütün bu gelişmeler, Atatürk sevgisi ve bağlılığının yüksek olduğu Türk ordusunun özellikle genç subayları arasında da devrim ve sosyalizme güçlü bir yöneliş yarattı.
Üçüncü dönem, işte bu gelişmeler eşliğinde yaşandı. 12 Mart ve 12 Eylül’e varan 1960’lı ve 70’li yıllar sürecinde bin’lerle sayılan subay, devrimci örgütler taraftarı veya bağımız devrimciler haline geldiler.
NATO güdümlü 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, en başta Türk ordusunun Kemalist bağımsızlıkçılık geleneğine bağlı subaylarına karşı bir darbeydi. Her iki darbede de bin’lerle sayılan subay tutuklandı ve ordudan atıldı.
Dördüncü dönemi, Türk ordusunun 1990 sonrasındaki Küreselleşmeye ve ABD’nin dünyanın tek egemeni olma planına karşı, bugün de süren direnişi simgeler. Ergenekon-Balyoz tertipleri, 15 Temmuz darbe girişimi, yine en başta Türk ordusundaki devrimcileşmeye karşı, ABD-NATO merkezli saldırılardı.
1960’ların devrimci subaylarının önderlerinden Orhan Savaşçı’nın devrimciliğinin gerçek ve özel anlamını, ancak yaptığımız bu tarihsel özet içinde doğru olarak anlayabiliriz.
Bu anlamda Orhan Savaşçı ve dönemin bütün genç devrimci subayları, 1968 devrimciliğinin bir ürünü ve parçasıdırlar.
“Yüzbaşı İlyas Aydın Olayı” Konusunda Orhan Savaşçı
Orhan abiyi sonsuzluğa uğurlarken onun, THKP-C’nin Elrom eylemi sonrasında yaşanmış ve hem THKP-C hem de sol adına hala aydınlatılmamış trajik ve karanlık bir olay olan “Yüzbaşı İlyas Aydın olayı” konusundaki dürüst tutumunu da hatırlamak gerekiyor.
Bu konuda bugüne kadar, “Mahir Çayan THKP-C’sinin temsilcilerinden” olduğu iddiası taşıyan ve “Mahir Çayan’ın arkadaşı” sıfatıyla konuşan hemen herkes, konu ile ilgili dedikodu kazanına yeni provokatif rivayetler ekleyerek olayın ve gerçeğin daha çok karartılmasına hizmet etti.
Bir tek Orhan Savaşçı ve bir de ondan bağımsız olarak Kamil Dede ile 4 yıl önce yaşamını yitiren Oktay Etiman, bu konuda, kendi bildikleri ve sorumsuz karıştırıcıların söylediklerinin tersi olan gerçekleri söylediler.
Dönemin rüzgârına kapılıp, mesleğini ve yaşamını ortaya koyan genç bir subayı sorumsuzca suçlama bencilliği içinde olmadılar.
1980 Sonrasının Batı Merkezli “Sığınmacı” Kalıbına Girmeyen Orhan Savaşçı
Orhan Savaşçı, İsveç’te geçen uzun siyasi sığınmacılık yıllarında, 1980 sonrasının Batı merkezli sığınmacılığının ana akımı haline gelmiş “AB normlarında demokrasi ve insan hakları solculuğu”na da yüz vermedi.
THKP-C sonrası yaşamında sol gruplarla ilişkilerini, Tevfik Fikret’in,
“Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bâl: / Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim” (Kimseden bir fayda ummam, dilenmem kol kanat/ Kendi evrenim, kendi gökkubbemde kendim gezginim) dizelerinde tanımlanan bir tutum içinde sürdürdü.
Devrimci ve İyi İnsan Olma Özelliğini Sonuna Kadar Koruyan Orhan Savaşçı
Orhan Savaşçı ile birlikte THKP-C/Mahir Çayan devrimciliğinin yaşayan son tanıklarından ve Türkiye’nin 27 Mayıs sonrasındaki genç subay devrimciler kuşağının son temsilcilerinden birini daha sonsuzluğa uğurluyoruz.
Onu her zaman, gürültüsüz patırtısız, övünmesiz, her çelişmeli durumda sağduyuyu temsil eden ve büyük davaları küçük çıkarlarla lekelemeyen devrimciliği ile anacağız.
Alçakgönüllü, bir işi iyi yapan herkese saygı duyan, doğruluk yanında nezaketten de ayrılmayan vakur kişiliği ile anacağız.
ARSLAN KILIÇ
21 Temmuz 2021