12 Mart’ın Rövanşı
Askerler, eski Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmasını istiyorlardı. Ancak AP ve CHP, bu girişimi engelledi. Ekim 1973 seçimleriyle demokratik sürece geçildi. 12 Mart, sol kesime ilk darbeyi vurdu fakat tümüyle tasfiye edemedi. Bu keskin darbe, 12 Eylül’e nasip olacaktı…
12 Mart reijmi, Nihat Erim hükümetlerinden sonra Ferit Melen hükümetleriyle devam etti. Bu arada Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyordu. Askerler, yani 12 Mart cuntası, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmasını istiyordu.
Faruk Gürler, 5 Mart 1973’te cumhurbaşkanı adayı olmak üzere görevinden ayrıldı, mevcut Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörlüğüne atandı. Bu arada ordu, bir sıkıyönetim bildirisiyle 13 Mart 1973’te yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini etkileyecek her türlü yayını yasakladı.
AP ve CHP ise Gürler’in Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıkıyordu. Faruk Gürler, parlamentodaki oylamalarda gereken oyu alamayınca adaylıktan çekildi. 6 Nisan 1973’te AP ve CHP’nin ortak adayı olan Kontenjan Senatörü Fahri Korutürk, yeni cumhurbaşkanı seçildi. Emekli Oramiral Fahri Korutürk, eski bir askerdi ancak parlamentonun kendi iradesiyle seçilmişti. Bu seçim, bir şekilde 12 Mart rejiminden rövanş anlamı taşıyordu.
26 Eylül 1973’te ülkedeki sıkıyönetim kaldırıldı. Ağustos ayında Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un da emekliye ayrılmasıyla 12 Mart muhtırasını imzalayan komutanların sonuncusu da ordudan ayrılmış oluyordu. Türkiye, 14 Ekim 1973 genel seçimleriyle de demokratik sürece geçiyordu.
Ekim 1973 seçimleri sonucunda CHP birinci parti oldu. Ecevit’in Başbakanlığı’nda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Milli Selamet Partisi (MSP) koalisyonu kuruldu. MSP lideri Necmettin Erbakan’ın “Milli Görüşü” savunan İslamcı bir kimliği vardı.
Hükümet programında düşünce suçları için bir af öngörülüyordu. İster siyasi ister adli suçlar için olsun, af her zaman mahkûmlar açısından ciddiye alınan bir kavram, bir umuttu. TCK’nin komünizm propagandası ve örgütlenmesiyle ilgili 141’inci ve 142’nci maddeleri için 12 yıllık bir af düşünülüyordu. İslamcı, şeriatçı bir düzen kurmak isteyenlerle ilgili 163’üncü madde de MSP’nin talebi ile af kapsamına alınıyordu.
Af Görüşmeleri…
1974 baharında Meclis’te af görüşmeleri başlamıştı. Cezaevinde afla ilgili haberler, gazetelerde çok dikkatli okunuyor, radyodan çok dikkatli bir biçimde dinleniyordu. Zaman zaman MSP kanadından af konusunda bazı “çatlak” sesler çıksa da hükümet programı esastı.
Artık Meclis’te genel görüşmeler bitmiş, maddelere geçilmişti. O akşam saat 21.00’de haberleri hep birlikte dinledik. “Anayasanın tedbir ve tağyirine” diye başlayan TCK’nin ünlü 146. maddesinin 3. fıkrası için öngörülen 12 yıllık af maddesi CHP ve MSP oylarıyla geçmişti.
Artık rahat rahat uyuyabilirdik. Siyasi amaçla adam kaçırma, banka soygunu gibi suçlara yönelik 146. madde Meclis’ten geçtiğine göre düşünce suçlarını içeren 141 ve 142 ile ilgili af maddesi hayli hayli geçerdi. Koğuşlara girdik ve özgürlük hayalleriyle uyumaya başladık.
Ertesi sabah erkenden kalktık. 07.30 haberleri için radyo hoparlörlerinin yanına koştuk. Evet, yanlış duymamıştık, bir grup MSP’li Demirel’in AP’si ve diğer muhafazakâr milletvekilleriyle birlikte hareket edip 141 ve 142’ye ilişkin af maddelerini reddetmişlerdi. Herkeste büyük bir “şok”. Cezaevi bir anda sessizliğe büründü.
O gün ailelerimizin, yakınlarımızın ziyaret günüydü. Annem Münevver Ertin, daha cezaevinin kapısından içeriye girmeden gür sesiyle penceredeki parmaklıklardan bakan bizlere, “Merak etmeyin aslanlarım, ben sizi ölünceye kadar beklerim” diye moral vermeye çalışıyordu. İki oğlu hapiste olan annem, o günlerde büyük bir direnç göstermişti.
Bizler de daha sonra moralman toparlanmaya başladık. Anayasa Mahkemesi vardı, CHP, anayasadaki eşitlik maddesine aykırılık açısından ilgili maddeler için iptal davası açabilirdi. Dahası bizler siyasi tutukluyduk, 12 yıllık cezayı göze almıştık, doğrusu af da onurumuza dokunuyordu. Bu gibi düşüncelerle kendimizi teselli etmeye çalışıyorduk.
TCK 141 ve 142. Maddeler…
CHP, Af Yasası’nın 141’inci ve 142’nci maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesi, olumlu bir karar verdi. TCK’nin 141’inci ve 142’nci maddelerinden yargılananlar da af kapsamına alındı.
Takvimler 12 Temmuz 1974’ü gösteriyordu. Artık özgürlüğe kavuşmamıza saatler vardı. Tahliye işlemleri yapıldı. O gece saat 24.00’te hapishanenin kapıları açıldı. Arkadaşım Yücel Top’la birlikte 2.5 yıllık bir hapis hayatından sonra cezaevinden çıkar çıkmaz sokaklarda koşmaya başladık. Bu özgürlüğe doğru bir koşuydu…
Türkiye’deki askeri darbelerin kökenine baktığımızda; yeni bir “sermaye birikim modeli”ni yaratma amacı görülür. 27 Mayıs 1960 dahil, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinde böyle bir birikim modeli için harekete geçilmiştir.
27 Mayıs’ta “ithal ikameci” bir sermaye birikim modelinin oluşturulması için işçi sınıfına sendikal haklar tanınmış, çalışanların satın alma gücü artırılarak dünyanın o günkü koşullarına uygun yeni bir sermaye birikim süreci başlatılmıştır. İthal ikameci denilen modelle yerli sanayi sermayesine montaj olanağı sağlanmıştır.
12 Mart’ta ise mevcut ekonomik model tıkanmaya başlamış, 1970’te yüksek bir devalüasyon yapılmış, egemen sınıflar arasında “çatlak” oluşmuş, zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Tağmaç’ın deyişiyle “sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi aşmış”, çalışanların hakları sınırlandırarak “muhtıra” denilen “yarım bir darbe” yapılmıştır.
12 Mart müdahalesinde ayni “ithal ikameci” model içinde kalınmakla birlikte tekelci sanayi burjuvazisi lehine birtakım önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir.
12 Eylül…
12 Eylül’de ise 12 Mart’taki “yarım darbe” tamamlanmış, “ihracata dönük sanayileşme” adı altında ücretlerin baskılanıp ülke kaynaklarının dışa açıldığı yeni bir sermaye birikim modeli yaratılmaya çalışılmıştır. Böyle bir modelin oluşması için de sosyal ve sendikal haklar tamamen kısıtlanmıştır. Sol kesim de büyük bir darbe yemiştir.
Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahalelerinde emperyalist güçlerin etkisi dikkat çekicidir.
12 Eylül askeri darbesinde ABD’nin büyük bir rolü olmuştur. Darbenin hemen ardından CIA’nın Türkiye istasyon şefinin ABD Başkanı Carter’ı bilgilendirirken “bizim çocuklar başardı” sözleri bu durumun önemli bir kanıtı olarak değerlendirilebilir.
12 Mart döneminin AP’li Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “CIA, altımızı oydu” şeklindeki sözleri de başka bir kanıttır.
12 Mart müdahalesinin diğer önemli bir amacı da ülkede TİP’le birlikte sol, sosyalist, devrimci akımların toplumsal bir etkinlik kazanmasını ve bu çerçevede orduda da yaygınlaşmasını önlemektir.
12 Mart sürecinde devrimci hareketin önde gelen kadroları ezilmeye çalışılmışsa da solun tümüyle tasfiyesinden söz edilemez. Bu süreçte en kalıcı olan durum, silahlı kuvvetler içerisindeki sol, sosyalist unsurların temizlenmesi olmuştur.
1971 ve 1980 darbelerinde ordu içindeki solcu, sosyalist, sol Kemalist kadrolar tasfiye edilirken askeri bürokrasideki sağ Kemalist kesime dokunulmamış, bu kesimin de bu tür tasfiyelere pek itirazı olmamıştır.
Ancak AKP döneminde Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ağırlıklı olarak ordudaki liberal, sağ Kemalist kesim de tasfiyeye uğramıştır. Fethullahçı ve siyasal İslamcı kadrolar, ordu içinde etkinlik kazanmaya başlamıştır. Bu dönemde sivil bürokrasi de büyük ölçüde gericileşmiştir.
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi de 10-11 yıl birlikte hareket eden iki İslamcı fraksiyonun, yani AKP ile FETÖ’nün daha sonra devlete egemen olma ve çıkar kavgasına girişmesiyle vuku bulmuştur.
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’deki geçmiş darbelerin oluşum süreci dikkate alındığında mevcut sermaye birikim modelinin tıkanması, emperyalist güçlerin etkisi, emek mücadelesinin güçlenmesi ve parlamenter sistemin çözümsüzlüğü gibi faktörleri içermediği için FETÖ’nün devleti ele geçirmek amacıyla başvurduğu bir askeri kalkışma olarak değerlendirilebilir.
Siyasal İslamcı hareketin 12 Eylül 1980 darbesiyle herhangi bir sorunu olmamıştır. Hatta askeri cuntanın hazırladığı 1982 Anayasası’yla zorunlu din eğitiminin kabul edilmesi, bu kesimin önünü açmıştır. AKP de 28 Şubat (1997) olayını gayet iyi kullanıp siyasal İslamcı hareketin toplumda önemli bir etkinlik kazanmasını sağlamıştır.
Sol kesime gelince; 12 Mart sürecine 1973 seçimleriyle bir cevap verilmişse de dağınık ve parçalı konumu nedeniyle etkin bir tavır gösterilememiştir. 12 Eylül sürecine de işçilerin 1989 bahar eylemleri ve ardından gelen seçimlerle bir yanıt verilmeye çalışılsa da iktidar ortağı olan sosyal demokratların sermaye programını uygulaması nedeniyle gereken etkinlik sağlanamamıştır.
Günümüzdeki “tek adam yönetimine”, AKP ve MHP “koalisyonuna” karşı toplumda güçlü bir direnç olmasına rağmen CHP’nin kendi sağına dönük manevraları, halkı ikna edecek bir alternatifin ortaya konmaması, sol kesimde önemli bir sorun olarak durmaktadır.
Sosyalist kesimin 2010 referandumunda olduğu gibi (ÖDP, TKP, EMEP ve Halk Evleri’nin birlikteliği) güçlü bir odak oluşturması, kamucu, halkçı, emeğe dönük bir program ortaya koyması, aydınlanmayı ve laikliği tavizsiz bir şekilde savunması gerekli gözükmektedir. Böyle bir tavır, CHP ve diğer muhalif kesimleri de etkileyerek demokratik bir cephenin oluşumuna katkı sağlayabilir…
Atilla ÖZSEVER
Yazının önceki bölümünü aşağıdaki bağlantıdan okuyabilirsiniz.
Kaynak: Cumhuriyet.com.tr