12 Mart‘ın Tahribatı…
Muhtırayla birlikte sıkıyönetim ilan edildi, sol kesimde yoğun bir tutuklama süreci başlatıldı. Ziverbey Köşkü’nde işkenceler, ordudan devrimci subayların tasfiyesi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı gerçekleşti. Sosyalist parti TİP kapatıldı. Birtakım anayasal ve sosyal haklar kısıtlandı.
1961 Anayasası ile birlikte oluşan özgürlükçü ortam, işçi ve gençlik mücadelesinin de gelişmesine olanak sağladı. Öğrenci gençliği, 1968’den itibaren üniversitelerde eğitim reformu talebiyle harekete geçti, ardından anti-Amerikancı eylemler başladı. İlerici ve devrimci gençler, Amerikan 6. filosuna karşı gösterilerde bulundu, güvenlik güçleriyle çatışma çıktı. Daha sonraki eylemlerle devrimci gençlerin öldürülmesi, olayların tırmanmasına neden oldu.
16 Şubat 1969’da “Kanlı Pazar” olayı meydana geldi. Camiden çıkan ve kışkırtılan gerici bir grup, Taksim’de yasal bir miting için toplanan devrimci ve solcu gençlere saldırdı. Bu saldırıda, iki genç öldürüldü. Olay, toplumda büyük bir tepkiye yol açtı.
Ekonomik darboğaz, 1970 devalüasyonu, düşük ücretler, işçi sınıfının da hareketlenmesine neden oldu. Grevler, fabrika işgalleri ve nihayetinde sendikal örgütlenmeyi kısıtlayan yasaya karşı işçiler 15-16 Haziran 1970’te büyük bir direnişe geçti.
Bu gelişmeler üzerine zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, şu veciz sözü sarf etti: “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır…”
Silahlı Kuvvetler’de, 1965 seçimleri sonrasında iktidara gelen Adalet Partisi’ne (AP) karşı bir tavır gelişti; AP, 27 Mayıs karşıtı bir güç olarak tanımlanıyordu. 28 Nisan 1966’da Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Cemal Tural, aşırı sol akımlar ve Nurculukla mücadeleye ilişkin orduya bir genelge yayımladı.
Bir grup deniz subayı, 1969 yılında bir bildiri yayımlayarak gençlerin öldürülmesini kınadı. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur da 1970 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir mektup göndererek ekonomik ve sosyal bunalıma dikkati çekti.
Öte yandan ülkeyi yöneten hâkim sınıflar arasında da çatlaklar meydana geldi. 1965’te tek başına iktidara gelen AP, sanayi ve ticaret burjuvazisi, esnaf, tarım kesimi ve toprak ağalarından oluşan egemen sınıf blokunu tek bir partide toplayabiliyordu.
Ancak ekonomik kriz, 1970 devalüasyonu, sermaye kesiminin fraksiyonları arasında çıkar ve güç çatışmasına yol açtı. Sanayi ve ticaret burjuvazisi arasında bir güç çatışması oluyordu. Bu durum siyasal yaşama da yansıdı.
11 Şubat 1970’te TBMM’de yapılan bütçe oylamasında 41 AP’li, Demirel hükümeti aleyhine oy kullandı ve hükümet düştü. Demirel yeniden hükümet kurdu ancak 18 Aralık 1970’te AP’den ayrılan 26 milletvekili Demokratik Parti’yi kurdu. Bu parti daha ziyade ticaret, tarım ve esnaf kesimine dayanıyordu. Bu arada Necmettin Erbakan’ın liderliğinde Milli Nizam Partisi (MNP) adıyla İslamcı eğilimli ve daha ziyade Anadolu sermayesine dayanan bir parti daha kuruldu.
12 Mart Muhtırası Sonrasında Neler Oldu…
19 Ocak 1971 tarihinde ise AP, Meclis’teki salt çoğunluğunu yitirdi ve Demirel’in siyasi gücü de iyice zayıfladı.
Bu siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmeler karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), emir komuta zinciri içerisinde 12 Mart 1971 tarihinde yayımladığı bir muhtırayla hükümetin istifasını istedi.
Muhtırada, “partilerüstü bir anlayışla anarşik durumu giderecek ve anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak bir hükümetin kurulması, aksi takdirde TSK’nin idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlı olduğu” bildirildi.
Muhtırayı Genelkurmay başkanı ile birlikte üç kuvvet komutanı da imzaladı. Demirel hükümeti istifa etti. Yerine partilerüstü Nihat Erim hükümeti kuruldu. Bu arada ilk etapta ordu içerisinde bir “temizlik harekâtı” başlatıldı, beş general, bir amiral ve 35 albay emekliye sevk edildi. 12 Mart sürecinin tümünde 600 dolayında subay ve askeri öğrenci ordudan tasfiye edildi.
Erim hükümeti, 26 Nisan 1971’de İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere 11 ilde sıkıyönetim ilan etti, sol kesime yönelik bir baskı dönemi başladı. 17 Mayıs 1971’de İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Elrom’un kaçırılması ve ölü bulunması üzerine tutuklamalar genişledi, çok sayıda aydın, sendikacı ve ilerici, devrimci gözaltına alındı.
Silahlı mücadeleye başlayan devrimci örgütlerin üzerine gidildi, THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi) liderlerinden Mahir Çayan ve dokuz arkadaşı Kızıldere’de, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) liderlerinden Sinan Cemgil ve iki arkadaşı da Nurhak’da güvenlik güçlerince öldürüldü, bu örgütlerin üyelerinin büyük bölümü de yakalanarak yargılandı. Yine THKO liderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, 6 Mayıs 1972’de idam edildi.
12 Mart döneminde ayrıca sosyalist TİP (Türkiye İşçi Partisi) ile ve siyasal İslamcı MNP (Milli Nizam Partisi) Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldı. Sendika ve meslek örgütlerinin bütün toplantı ve seminerleri yasaklandı, kimi grevler ertelendi, gözaltı süresi 15 güne çıkarıldı, bazı gazetelerin yayını durduruldu, birçok kitap yasaklandı, devrimci gençlik örgütleri kapatıldı.
Anayasada değişiklik yapılarak memurlara sendika hakkı yasaklandı, TRT’nin özerkliği kaldırıldı, devlet güvenlik mahkemeleri (DGM) kuruldu, hükümete kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi tanındı.
Mahir Çayan…
Kendi durumuma gelince: ordu içinde devrimci bir örgütlenme çalışmasına katılmam, Mahir Çayan ve arkadaşlarının Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışına yardımcı olmam gibi hususlar nedeniyle 13 Şubat 1972 günü Tatvan’da gözaltına alındım. Kartal Maltepe’de bulunan 2. Zırhlı Tugay’daki görevimden sonra 1971 yazında Tatvan’daki 10. Tümen’e tayin olmuştum, üsteğmen rütbesindeydim.
Gözaltına alındıktan kısa bir süre sonra İstanbul’daki Harbiye Merkez Komutanlığı nezarethanesine getirildim. 30 gün hücrede kaldıktan sonra yeni ikametgâhım, meşhur Ziverbey Köşkü, yani namı diğer Kontrgerilla Karargâhı’ydı.
Ziverbey Köşkü’ndeki işkence faslından sonra sözlü ifademin yazılı hale getirilmesi istendi. Beni tekrar kaldığım küçük odaya çıkardılar. O günkü koşullarda gayet güzel sayılabilecek bir yemek getirdiler. Çünkü o zamana kadar hayatımızı idame ettirecek kadar ufak tefek yiyecekler veriyorlardı.
Gelen yemeği hiç unutamam; yumurtalı ıspanak, barbunya pilaki ve yanında samsa tatlısı vardı. Bu yemek ifademin karşılığı olamazdı. Evet, bazı konularda konuşup bilgi vermiştim ama birçok şeyi de söylememiştim, örneğin Mahir Çayan’ların Maltepe Cezaevi’nden firarıyla ilgili olarak kaçma planının krokisini çizmemgibi bir konudan hiç söz etmemiştim.
O halde neden böyle bir yemekle taltif (!) edilmiştim. İfademi yazdıktan bir süre sonra başı açık, sivil giyimli bir komutan, etrafındaki görevlilerle birlikte kaldığım odaya girdi. Bana aynen şunları söyledi: “Vahim bir durumla karşı karşıyayız. Lütfü, Harp Okulu’nda iken hiç böyle biri değildi, vatansever, milliyetçi bir kişiydi. Siz iki kardeş niçin bu işlere bulaştınız? Annen, baban ayrıldığı için mi bu hallere düştünüz?”
Kardeşim Olcay Özsever de 1968 Kara Harp Okulu mezunu piyade subayıydı ve o da devrimci faaliyetler içerisinde yer almıştı. Odama gelen komutanın Lütfü dediği kişi ise babam Lütfü Özsever’di. 1943 yılında Harp Okulu’ndan topçu subayı olarak mezun olmuştu.
Bana bu güzel yemeği, daha doğrusu oradaki görevli subaylara verilen bu yemeği gönderen kişinin biraz önce sözünü ettiğim komutan olduğunu tahmin ediyorum. Daha sonra ismini öğrendim. Bu kişi, Ziverbey Köşkü’ndeki MİT Bölge Komutanı Yarbay Eyüp Özalkuş idi.
Hapisten çıktıktan sonra babama da sorduğumda, “Kel Eyüp namıyla maruf Eyüp Özalkuş, hem Harp Okulu’ndan, hem de Topçu Okulu’ndan sınıf arkadaşımdı” demişti. Demek ki işkencede bile böyle küçük “torpiller” işe yarıyordu…
Ziverbey Köşkü’nden sonra Selimiye Askeri Cezaevi’ne getirildim, savcılığa ifade verdim. Önce birkaç kişinin kaldığı odalara yerleştirildik Bu küçük odada üç kişiydik, diğer iki kişi havacı subayı olan arkadaşlarımdı.
Yan Odada ki Artist…
Askerler sabahtan gelip ihtiyaçlarımızı sorarlardı. Sigara, gazete, yiyecek gibi ihtiyaç siparişi verirdik. Her seferinde askerin malzeme taşıdığı sepette fazlasıyla maydanoz görürdüm. Bir keresinde bu maydanozları kimin istediğini sordum. Görevli asker, “Yan odada bir artist var, o aldırıyor” dedi.
Daha sonra 30 kişilik koğuşlara geçtiğimizde tesadüf olarak o artistle aynı ranzada altlı üstlü kalmaya başladık. Bu artist, sanatçı Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney’e “Neden bu kadar çok maydanoz aldırıyorsun?” dediğimde kendisi “En fazla C ve D vitamini maydanozda var. Vücudumuz güneş görmüyor, bari C ve D vitaminini maydanozdan alalım” diye yanıt vermişti.
Yılmaz Güney ve THKP-C
Yılmaz Güney’le THKP-C davasından birlikte yargılandık, aynı koğuşta kaldık, birlikte volta attık. 30 kişilik koğuşta her gün bir kişi nöbet tutardı. Nöbetçi arkadaşımız, koğuşun temizliğinden sorumlu olmasının yanı sıra yemek dağıtımı, bulaşık yıkama gibi görevleri de ifa ederdi.
Koğuş nöbeti Yılmaz Güney’e geldiğinde, kendisi sabah erkenden kalkar, tabakları yerleştirir, herkesin tabağının yanına bir de renkli kâğıt peçete koyardı. O zaman kâğıt peçetenin kullanımı bu kadar yaygın değildi. Bizim küçüklüğümüzde elbezleri vardı. Güney, kendi parasıyla dışarıdan renkli peçeteler aldırır, nöbetine büyük bir özen gösterirdi. Hapishanede renkli bir kâğıt peçete bile insana moral kaynağı olurdu.
Yılmaz’ın eşi Fatoş Güney, görüşme günlerine muntazaman gelirdi. Sürücü ehliyeti de oldukça yeniydi. Yılmaz, eşini uğurladıktan sonra hemen koğuşun Haydarpaşa Köprüsü’ne bakan tarafına geçer, Fatoş’un arabasını nasıl kullandığını meraklı bir biçimde izlerdi. Heyecan içersinde “Aman Fatoş dikkatli sür, karşıdan araba geliyor” diye mırıldanırdı.
Bir gün Fatoş’a verdiği siparişler arasında çok sayıda renkli boya kalemi dikkatimi çekmişti. Nedenini sorduğumda, “Çocukluğumda hiç böyle kalemlerim olmadı, hiç olmazsa bu yaşta bu özlemimi gidereyim” diyordu. O sıralarda 3-4 yaşlarında olan oğlu Yılmaz için tahtadan oyuncaklar yapar ve annesiyle gönderirdi.
Atilla ÖZSEVER
Devam Edecek…
Yazının İlk Bölümünü Aşağıdaki Bağlantıdan Okuyabilirsiniz.
Kaynak: cumhuriyet.com.tr